Askerlerin vaizinden vaizin askerlerine (II)
1950’lerin ve 60’ların Soğuk Savaş Türkiyesi’nde, birtakım rütbeli askerlerin, ilkokulu dışarıdan bitirmiş ve dediği kadar “tekke ve medrese” tecrübesi de olmayan çok genç bir Diyanet görevlisiyle ne gibi işleri olabilirdi?
1990’ların ortalarında kendilerini kozadan çıkmak üzere olan bir ipek böceğine benzeten ve artık enikonu başarılı bir dinî hareket olarak gören Fetullah Gülen ve çevresinin kutsallık atfedilen coğrafyasının Gülen’in doğum yeri olan Erzurum’un Korucuk köyü olmadığını ve buna biraz şaşırdığımı söylüyordum. Nitekim, Lâtif Erdoğan’ın, Gülen’in onaylanmış hatıratı niteliği taşıyan Küçük Dünyam adlı çalışması bir Ahlat- Bitlis güzellemesi ile açılır. İslâm’ın Anadolu’ya girdiği yer Ahlat, Bursa’dan önce “ruhaniyatlı şehir” olarak anılması gereken Ahlat…
Gülen’in dört nesil önceki atalarının Ahlat’tan Erzurum’a göç ettiğini hatırlatan L. Erdoğan, ondan Ahlat’ın tarihî misyonunu değerlendirmesini istiyor. Verilen mufassal cevap ilginçtir. Gülen’e göre, “Ehl-i Beyt” veya “seyyidler soyu”, “Emevi ve Abbasi zulmünden” ötürü bu yöreye kaçmıştır, “Burası İslam’ın hameleleri [taşıyıcıları, H.E.] için bir sığınaktır ve bu sığınak kendinden beklenen fonksiyonu hakkıyla eda etmiştir.” Gülen, Said-i Nursi’ye de böyle bir özellik atfediyor: “Bir Bediüzzaman’ın, günümüzde dahi ulaşılması zor yerlerde zuhuru, yani o şecerenin, menbaından kalkıp oralara yerleşmesi katiyyen tesadüf değildir. Hizan ve Nurs yaz aylarında bile zor varılan yerlerdir ki, bu nesil alabildiğince kaçmış ve saklanabildiğince saklanmış ve orada bir potansiyel güç meydana getirmiştir.” Anadolu’ya akan Türk boylarının “İslam’la yeniden dirilişe” ermeleri de, bu ulaşılmaz yörede saklanan Ehl-i Beyt’in onları “telkih” (aşılama) etmesiyle olmuş.
Dine “cibilli olarak” bağlı olan “sâdâd”, 20. yüzyılda hâlâ, 1258’de münkariz olan Abbasilerden mi kaçıyormuş, yoksa bu saklanıp gizlenme kültürünün daha yakın başka nedenleri mi varmış buraları pek açık değil ama Gülen’in anlatımı pekâlâ başka bir coğrafyaya, meselâ, Fransa’nın Albi yöresindeki Katharlara da uyarlanabilirdi! Her ne ise, net bir şekilde anlıyoruz ki “yeni hareketin” Korucuk’tansa Bitlis’e kutsal mekân atfında bulunması, Gülen’in kendisini o sıralarda hâlâ Nur Hareketi içinde konumlandırma ve başka bir şey olmadığını kanıtlama çabasıyla ilgilidir. Şöyle de söyleyebiliriz, Said-i Nursi Bitlis’li olmasaydı, Gülen, sülalesinin Ahlat geçmişini yine böyle hatırlar mıydı?
Zihniyet tarihiyle ilgilenenler için biraz yavan kalan askerlerle ilişkiler bahsine gelince, Gülen’in hatıratında hangi taşı kaldırsanız altından “milliyetçi”ve “komünizm düşmanı” olan bu vaizi daima koruyan birtakım askerler çıkıyor. İlkokuldaki öğretmeni Belma Hanım’ın “Bir gün Galata Köprüsü’nde genç bir teğmen dolaşacak ve ben onu şimdiden seyrediyorum” diyerek teşvik ettiği genç Gülen’de bir askerlik ukdesi mi kalmıştı nedir, henüz Erzurum’dayken bile birtakım askerlerle, o sırada üsteğmen olan Esad Keşafoğlu ile, yedek subaylığını yapmakta olan Mehmet Şevket Eygi ile oturur kalkar.
Küçük Dünyam’da Edirne müftülüğüne talip olduğunun aktarılması ve Diyanet’in “Askerliğinizi yapmadığınız için sizi müftü tayin edemiyoruz” cevabını verdiğinin söylenmesi herhalde bir zuhûldür ama Gülen’in 1959’da vaizlik sınavına dahi girmeksizin gittiği Edirne’deki maceraları da hayli ilginçtir. Sonradan Diyanet İşleri İkinci Başkanlığına kadar yükselecek olan Yaşar Tunagür’ün koruması altındaki Gülen’i kentin asker kökenli valisi Sabri Sarp Bey de sever, diğerleri de. “Askerlik şubesi başkanı Karadenizli bir Albay” ile “diyalog” içindedir. “Zaten Emniyet Amiri Resul Bey’le ileri derecede dostluğum vardı. Bazı hâkim ve savcılarla da içli dışlıydım” diyor anılarında. Nüfusta 17 yaşında görünen biri için ne mazhariyet değil mi?
Peki, Edirne camilerinde 2. imamlık ve vaizlik yapmaktan başka ne gibi faaliyetler içindedir diye soracak olursak, şehre gelen Büyük Doğu ve Hür Adam gazetelerinin sayısını artırdığını ve satılmayanları kendisinin alarak dağıttığını söylemesinden eylemci bir yanının olduğunu görüyoruz. Nur risalelerini de kendi parasıyla getirtip dağıtırmış. Kendisini Edirne’de yakalayan 27 Mayıs’tan ise hiç hazzetmemiş. Küçük Dünyam’da pek munisçe, “Kafamda kurduğum bazı planlarımı Yaşar Hoca’ya açtım. Makul şeyler söyledi ve beni yapmak istediğim şeylerden vazgeçirdi” diyor ama Şeytan’ın Gülen Yüzü’ndeki yeni versiyondan bu planların neler olduğunu öğreniyoruz. Öyle ehemmiyetli bir şey yok canım, sadece İsmail Gönülalan adlı arkadaşına “Sen bir silah tedarik et. Birer de bomba. Bu meclisi bu adamların başına uçurmazsam bana da bilmem ne demesinler” demiş! Birazdan göreceğiz, dahası da var.
1961 Kasım’ı olması gerek, Gülen asker olarak Mamak’ta, 1. Tabur, 1. Muhabere bölüğündedir artık. Arkadaşı Salih Özcan vasıtasıyla tanıdığı Üsteğmen Mehmet Özmutlu ve onun Harbiye’den arkadaşı ve kendi bölük komutanı Yılmaz Bey tarafından korunur, kollanır. Kurmay Başkanı Reşad Taylan’a Edirne’deki tanıdıklarından badem ezmesi getirmiş. O da Gülen’i çok severmiş. “Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle böyle korumaya alındım” diyor. Talat Aydemir’in kalkışması esnasında, isyancılar tarafında kalmış, ceza olarak silahlarının mekanizmaları alınmış.
Daha sonra rahat etsin diye Yüksek Sürat’e ayırmış, telsizci yapmışlar. On parmak daktilo yazma ve manipleyi kuvvetlendirme eğitimi görmüş. Aslında Genelkurmay’ı istiyormuş. “Orada bir görev istiyordum; fakat olmadı. Olmaması da hayırlı olmuş” diyor. Bu esrarlı ifadenin de şimdi açılımlı hâli var: “Kafamda sabotaj yapmak vardı. Genelkurmay’ı havaya uçurmak, bu adamlardan ne pahasına olursa olsun intikam almak istiyordum.” Küçük Dünyam’da hiç yayımlanmayan bir kısımda ise “Cevdet Sunay yeni genelkurmay başkanı olmuştu. Bir aralık bizim oradaki (Mamak) spor salonunda güreş müsabakaları yaptırdılar. 29. Tümen de oradaydı. Kara Kuvvetleri Komutanı da vardı. (…) O gün ben hep etrafı araştırdım. Bir bomba bulur ve onları havaya uçururum diye” deniyor.
Gülen, askerliği boyunca devam eden bu duygularını, “müspet düşünceyi kabullene kabullene” ancak zamanla aştığını söylüyor. Sekiz ay sonra İskenderun’a gönderildiğinde ise, “Askerî çevre, ekseriyet itibarıyla müsbetti” sözleriyle andığı bir dünyanın içine girer. Bu kez Gülen’i koruması altına alan istihbaratçı Arif Teker Başçavuştur. Ona, içinde tek başına kalabileceği ve son model telsiz cihazlarla donatılmış bir araba ayarlar. Gülen daha sonra sağlık gerekçesiyle Erzurum’a izinli gider ve dört ay kalır. Verdiği ateşli bir vaaz sonucu kalabalıkların bir sinemaya saldırarak tahrip etmesine yol açar.
İskenderun’a döndüğünde ise her cuma, Merkez Camii’nde vaaz etmeye başlar. Tümende kendisini koruyanlar, üniformasının üzerine cüppe giyerek vaaz etmesine göz yummaktadırlar. Yeni konusu, otellerdeki ahlâksızlıklardır. Yine sert konuşur. “Beni destekleyen komutanlar zor durumda kalmıştı” diyor. Bu komutanları, durumu kurtarmak için 2. Ordu Komutanı Cemal Tural’ı övücü bir vaaz vermesini isterler. O da “Tural Paşamız milliyetçi diyorlar. Türk askeri milliyetçi olmayacak da ne olacak. Allah milliyetçilere uzun ömür versin” şeklinde, sonradan pişman olacağı bir şeyler söyler. Fakat bu yetmez ve başka bir vaazı sırasında asker baskın yapar ve camiden alınır. Onu seven komutanlarının girişimiyle bir gün sonra hapisten çıkarılır ama askerî mahkemede yargılanacaktır. Gülen, yıllar sonra bu olayı “ikinci bir Menemen hadisesi çıkarmak” amaçlı bir kışkırtma girişimi olarak hatırlayacaktır.
Gülen’in bazı arkadaşları “milliyetçi bir insan” olan tümen komutanı nezdinde girişimlerde bulunurken “içlerinden biri derhal Ankara’ya Genel Kurmay’a gitmiş ve oradaki bazı paşalarla görüşmüş”. Bugün bu gidenin istihbaratçı astsubay Arif Teker olduğunu öğreniyoruz. Askerî mahkemede bir hâkim binbaşıdan ağır hakaretler görmüş ama Gülen hikâyenin sonunun iyi olduğunu söylüyor: “Lehimdeki umumî baskılar mahkeme heyeti üzerinde toplanınca hâkimlerin tavırları değişti. Tümen komutanı ağırlığını koymuştu. Ankara’dan ‘Madem ki milliyetçi bir çocuk, bir meseleden dolayı onu niye bu kadar eziyorsunuz’ mealinde telefon veya telgraflar gelmiş.” Bunun üzerine aynı binbaşı, daktilosuyla hapishaneye gelmiş ve Gülen’in ilk ifadelerini değiştirmiş. “İhtilale teşebbüs ve halkı devlet aleyhine ayaklandırma” gibi “inanılmayacak” suçlar isnad edilmekteymiş kendisine, hepsi düşmüş ve Yeni İstiklâl gazetesi haberi sürmanşet vererek “Fatih’in torunu Fethullah” demiş.
Gülen’in hatıraları, 1960 darbesinden sonra Türkiye’nin sağ ve sol olmak üzere iki atışan ve sonra da çatışan parçaya hızla ayrıldığı bir ortamda bazı askerlerce ciddice korunduğu yolunda daha pek çok anekdot içeriyor. Bir adım ileri giderek, Gülen’in sadece korunmakla kalmadığını, Soğuk Savaş döneminin taktiklerini ve zihniyetini yansıtan çeşitli toplumsal provokasyonlarda istihdam edildiğini de ileri sürebiliriz. 1964’ün Erzurum’unda Deccal’in Atatürk olduğu yolunda cemaati kışkırtan bir vaaz vermesini (ve herhangi bir takibata uğramamasını) veya darbelere arka plan hazırlayacak türden diğer faaliyetlerini bu kapsamda görmek mümkündür. Birtakım düşük rütbeli subayların hangi vaazında ne söyleyeceğini belirledikleri bir konumdan, kendisine bağlı generallerle kaos girişiminde bulunabilecek duruma gelmek de marifetse, marifettir. Askerlerin vaizinden vaizin askerlerine, bu otodidakt mütemehdinin kırık dökük aynasından Türkiye’nin yakın geçmişinin çirkinlikleri yansıyor.