Ankara anlaşması ne diyor ne demiyor?
Geleceğin tarihçileri, şu içinde yaşadığımız dönemi yasal veya değil, bir yerlerden ayrılmak amacıyla yapılan referandumların sıklaşmasına bakarak “referandumlar çağı” olarak adlandıracak mı acaba? İskoçya ve Birleşik Krallık referandumlarının yankıları henüz dinmeden, Katalonya, İspanya’dan, IKBY de Irak’tan ayrılmak için referandum adımları attı. Her iki durumda da ülkelerin anayasa mahkemeleri, bölgesel yönetimlerin referandumlarının, ülke vatandaşlarının anayasal haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle yasal olmadığına karar verdi. Dünya devletlerinin ezici çoğunluğunun resmî tavırları da bu yönde tecelli etmek durumuna oldu çünkü Birleşmiş Milletler Şartı’nda “halkların kendi kaderlerini tayin etme” ilkesine bir gönderme var (Madde 1.2) ama bu ulus-devlet hâline gelmiş halklar arasındaki eşitlik ilkesine dayalı dostane ilişkileri geliştirme bağlamında söyleniyor. Bu tartışmayı yaparken aynı BM Şartı’nın üye ülkelerin toprak bütünlüğünü garanti altına aldığını da (Madde 2.4) dikkate almak gerekir.
Bugün yapılması planlanan Katalonya referandumu aslında IKBY referandumundan daha acil sorunlar yaratabilir çünkü Katalonya yöneticileri böyle bir karar çıkması durumunda hemen bağımsızlık ilânında bulunacaklarını söylüyor. 25 Eylül’de yapılan Kuzey Irak referandumu ise bağlayıcı değil. Kürt bölgesi yöneticileri, referandumun hemen bağımsızlık ilânı anlamına gelmeyeceği yolunda açıklamalar yaptı ama bölgenin öznel koşullarından ve pamuk ipliğine bağlı dengelerinden dolayı sahada çok ciddî sonuçların oluşacağını kestirmek zor değil.
Bu sonuçlardan en çok etkilenecek ülkelerden biri olan Türkiye’de yoğun tartışmaların yaşanması çok doğal. Üstelik bu tartışmalar 1918 yılından beri ara ara alevlenen “Musul Meselesi” gibi büyük bir konu arkaplana alınarak yapılıyor. Ben de geçen yılın Kasım’ında yine Musul konuşulduğu bir sırada, “Mandanın Sırtındaki Kız Nasıl Eğildi?” başlıklı bir yazıyla naçizane bu tartışmaya katılmış ve Ankara Antlaşması’nın bu meseleyi nasıl çözdüğünü vurgulamıştım. Aynı yazıda, Türkiye’nin Ankara Antlaşması sayesinde Musul’da uluslararası hukuktan kaynaklanan hakları olduğunu ileri süren görüşleri eleştirmiş ve antlaşma metninin Musul’daki Türkmen ve Kürtlerin azınlık haklarını, dillerini, kültürlerini ve özel mülkiyet haklarını koruma altına aldığı yolundaki iddiaların antlaşma metni dikkate alınmaksızın dillendirildiğini belirtmiştim.
Bir egemenlik devri antlaşması olan Ankara Antlaşması’nda Lozan ile belirlenemeyen Türkiye- Irak sınırı belirlenmiş, ayrıca iki devlet arasındaki komşuluk ilişkileri düzenlenmiştir. O yazımda, antlaşmanın 2. Bölümündeki maddeleri kastederek, “Bu maddelerin, Türkiye’nin meşru müdafaa hakkını kullanırken uluslararası hukuk alanında elini güçlendireceği olgusu başka bir konu ve müstakilen ele almak gerekir” demiştim. Bu yazıda işte bunu yapmaya çalışacağım. Uluslararası hukuk uzmanı değilim ama neredeyse bir asırlık bir antlaşmaya tarihçi gözüyle bakabilir ve metnini anlamaya çalışabilirim.
5 Haziran 1926’da Türkiye ile Birleşik Krallık ve Irak arasında imzalanan Ankara Antlaşması, çok özel bir düzenleme getirmiş ve Türkiye’nin başka hiçbir sınırında söz konusu olmayan bir “hudut bölgesi” tarif etmiştir.
Yine hararetli bir tartışma ortamındayız, aynı metinden bahsederken, bazıları, antlaşmanın Türkiye’ye askerî müdahale hakkı verdiğini, Türkmenlerin haklarının bu antlaşmayla güvence altına alındığını hatta Musul ve Kerkük için bir tür garantörlük hakkı tanındığını ileri sürüyor. Başkaları da değişikliğin, merkezî Irak yönetiminin yerine Kürdistan yönetiminin gelmesinden ibaret olacağını, bağımsızlık ilânının Türkiye’ye yönelik olmadığını hatırlatıyor, “eskimiş” ve üstelik “emperyalist” bir ülkenin zamanında mimarlığını yaptığı bu antlaşma (ve diğerlerinin) Türkiye’ye herhangi bir hak vermediğini veya verse de kullanılmaması gerektiğini ileri sürüyor. Sanırım bu noktaları antlaşma metni temelinde bilmek tartışmanın daha sağlıklı olması açısından faydadan ari olmayacaktır. Sahi, 1926 Ankara Antlaşması tam olarak ne diyor veya demiyordu? Diyorum ki hem Osmanlıcasına hem de sıkıştığım noktalarda İngilizce ve Fransızcasına başvurarak ele alayım. Müsaadenizle, “imhâl”i (gecikme) ihmâl sanan bazı resmî yayınların çevirilerini ise hiç kullanmayayım, çevirileri kendim yapayım!
1926 Ankara Antlaşması ile Türkiye’nin başka hiçbir sınırında söz konusu olmayan çok özel bir düzenlemenin getirildiği açıktır. Modern devlet, sınırları dâhilindeki her noktada hâkimiyetini sağlamış bir devlettir, sınırları da geçirgen değildir. Bu düzenlemenin ise, modern öncesi dönemin hudut boylarındaki şartlara benzer şartların hüküm sürdüğü bir çevrenin ürettiği sorunlara cevaben yapıldığını kolaylıkla söyleyebiliyoruz.
Burada tabii ki sınır çizgisinin kendisinin iyi tanımlanmaması gibi bir olgu söz konusu değildir. Bilakis, antlaşma, Milletler Cemiyeti’nin daha önce kabul ettiği ve “Brüksel hattı” olarak bilinen sınırı esas alıyor. 1. Madde bu sınırın “suret-i katiyede” belirlendiğini, 2. Madde harita üzerinde gösterildiğini ve 3. Madde sınır çizgisinin arazi üzerinde belirlenmesi ve gösterilmesi için bir “tahdid-i hudud” komisyonu oluşturulacağını söylüyor. 5. Madde ise taraflara bir yükümlülük getiriyor: “Tarafeyn-i âkideynden her biri birinci maddede tasrih edilen hatt-ı hududu kat’i ve taarruzdan masun olmak üzere kabul ve bunu tadile matuf her türlü teşebbüsten tevakki etmeyi taahhüt eyler”. Yani sınır çizgisi kesindir, taraflar bunu böyle kabul eder ve değiştirmek için herhangi bir girişimde bulunmazlar. Buradaki “taarruzdan masun” (saldırıdan korunmuş) ifadesinin İngilizce ve Fransızcasında “inviolable” olarak geçtiğini, bunun da ihlâl edilemez, bozulamaz anlamları olduğunu not edeyim.
Bir gün değiştirilmesi hususunda yeni bir anlaşma oluncaya kadar her sınır çizgisi için antlaşmalarda bu tür ifadelerin kullanılması sanırım usuldendir ve tarafların iyi niyetinin daimî olduğunu gösterir. Bu sınır çizgisini ayrıcalıklı kılan ise, yukarıda değindiğim gibi, sınırın her iki yanında, sınıra izdüşümlü olacak bir şekilde, yetmiş beşer kilometre derinlikte, toplam 150 kilometrelik bir “hudud mıntıkası”nın (The frontier zone / La zone-frontière) bulunmasıdır (Madde 10).
Ankara Antlaşması’nın 2. Kısmı “Münasâbat-ı Hasene-i Hemcivarî” (İyi Komşuluk İlişkileri) başlığını taşıyor. Buradaki 6. ve 13. Maddeler arası, bu çok özel hudut bölgesinde, Türkiye ve Irak’ın komşuluk ilişkilerini nasıl düzenleyecekleri hakkındadır. Hemen söyleyeyim ki ne Musul, ne de, tabii ki çok daha güneyde olan Kerkük, bu hudut bölgesi içindedir. Bu anlamda, Türkiye’nin, özel hudut bölgesinin dışındaki bu yörelere, kendiliğinden ve bu antlaşmadan doğan sorumluluklar ve haklar çerçevesinde bir müdahalede bulunması mümkün görünmemektedir. Hükümran devletin, bu durumda Irak’ın, davetiyle ve onunla koordineli olarak yapılacak herhangi bir girişimi ise Ankara Antlaşması tabii ki öngörmemiştir ve bu konumuz dışındadır.
Öte yandan, Türkiye’nin ve tabii ki Irak’ın bu özel hudut bölgesinde çok ciddî sorumlulukları ve hakları bulunmaktadır. Bunların yabana atılacak bir tarafı hiç yoktur. Mandater güç İngiltere’nin Irak’tan çekilmesiyle taraflar Türkiye ve Irak olarak ikiye inmiştir, Barzani veya başka bir grup da, doğal olarak, bu antlaşmanın tarafı değildir.
O zaman kullanılan dilin çok farklı olmasına karşın, tarafların 1926’daki kaygılarının da bugünkülere benzer olduğunu söyleyebiliriz. Bunların temel olarak güvenlikle ilgili ve siyasî olmak üzere iki büyük odakta toplandığı görülüyor. Hiçbir etnik grubun adı kesinlikle geçmiyor ama taraflar, geçirgen bir sınırın üreteceği pek çok sorunun önünü almaya yönelik kararlar almış. Uygulayacakları yaptırımların cinsi ve seviyesi de belirtilmemiş ve ucu açık bırakılmıştır. Mesela 6. Madde aynen şöyledir:
“Tarafeyn-i âliye-i âkideyn bir veya birkaç müsellâh eşhasın civar hudud mıntıkasında yağmagerlik veyahut şekavet icrası maksadıyla vukubulacak istihzaratına yed-i iktidarlarında bulunan bilcümle vesait ile muhalefet etmeyi ve bunların hududdan müruruna mâni olmayı mütekabilen taahhüd ederler.”
Yani, taraflar, silahlı şahısların “komşu hudut bölgesinde” (öteki tarafta) yağmacılık veya eşkıyalık etmek amacıyla yapacakları hazırlıklara ellerindeki bütün imkânlarla karşı çıkmayı ve bunların sınırı geçmesini önleyeceklerini karşılıklı olarak taahhüt etmektedirler. Burada öncelikli olarak amaçlananın, tarafların, sınırın kendi yakalarında böyle bir hazırlığı önlemesi olduğu düşünülebilir ama hudut bölgesinin sınırın her iki yanında olmak üzere tanımlandığı düşünülürse önleme yükümlülüğünün de ortak olduğu söylenebilir. Diyelim ki, Türk tarafı böyle bir hazırlığın kendi tarafında değil de Irak tarafında olduğunu, yani sınırın Türkiye yönüne doğru geçileceğini öğrendi, hareketsiz mi kalacaktı?
7. Madde, tarafların yetkili görevlilerinin, böyle bir hazırlığı haber alır almaz karşılıklı olarak birbirlerini haberdar etmelerini gerektirdiğine göre daha üst seviyede bir işbirliğinin söz konusu olduğu anlaşılıyor. 8. Maddede ise yetkili görevliler kendi toprakları dâhilinde yapılabilecek herhangi bir yağma veya eşkıyalık hareketini karşıya bildirecek ve haberi alan taraf, eşkıyaların sınırı (dönüş yolunda) geçmesini ellerindeki her türlü araç ile önlemeye çalışacaktır.
12. Madde ise fevkalade önemlidir ve imzacı tarafların sadece basit yağmacılığın ve eşkıyalığın engellenmesi veya suç işleyenin karşı tarafa sığınmasının önlenmesi gibi önceliklerin ötesinde, siyasî düzeyde de kaygılara sahip olduğu hususunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır:
“Türkiye ve Irak memurları diğer taraf tebaasından olup bilfiil onun arazisinde bulunan aşair rüesa, şeyh veyahut diğer âzası ile resmî veya siyasî mahiyeti haiz her nevi muhabereden istinkâf edeceklerdir.
Tarafeyn-i âkideyn hudud mıntıkasında bir veya diğer devlet aleyhine müteveccih hiçbir gûna propaganda teşkilâtına ve içtimaa müsaade etmeyeceklerdir.”
Bu maddenin ilk kısmı, tarafların, sınırın ötesinde bulunan aşiret reisleri, şeyhleri veya diğer üyeleriyle resmî veya siyasî içerikli herhangi bir yazışma veya haberleşmeden uzak duracaklarını hükme bağlıyor. İkinci kısmı ise uzun erimli olarak düşünülmüş bir yaptırım olup bütün antlaşmanın da en yoruma kapalı hükümlerinden birini oluşturuyor. Antlaşma, “Taraflar hudut bölgesinin kendilerine ait olan kısmında birbirleri aleyhine böyle bir örgütlenmeye izin vermeyeceklerdir” demiyor. O zaten mündemiç. Çok daha fazlasını söylüyor ve iki tarafı birden “hudut bölgesinde” herhangi bir örgütlenmeye izin vermemekle mükellef kılıyor.
Kısacası, taraflar, devletlerin her ikisine birden karşı olması şartını aramaksızın, sadece birine yönelmiş bile olsa, sınırın bir veya diğer yanında değil, bütün hudut bölgesinde, hiçbir propaganda örgütüne ve toplantısına izin vermeyeceklerdir. Mantıken olabileceklerin başlıcalarını sayalım;
1- Türkiye tarafında, Irak onaylı veya onaysız, Türkiye’ye karşı bir örgüt olamaz
2- Irak tarafında, Türkiye onaylı veya onaysız, Irak’a karşı bir örgüt olamaz.
3- Türkiye tarafında, Türkiye onaylı veya onaysız, Irak’a karşı bir örgütlenme olamaz
4- Irak tarafında, Irak onaylı veya onaysız, Türkiye karşıtı bir örgütlenme olamaz.
Buna göre; hudut bölgesinde her iki devlete karşı bir örgütlenme olamaz. Ne Türkiye tarafında olur. Ne Irak tarafında olur. Ne iki tarafta birden olur.
Güncele girmek niyetinde pek değilim ama antlaşma çok açık olarak devletlerin sadece birine yönelik bir faaliyeti yeterli görüp, önleme yükümlülüğünü ise iki devlete birden verdiğine göre, Barzani tarafından “Bağımsızlık ilânı Türkiye’ye yönelik değil” mealinde yükselen seslerin, sınırın hiç değilse 75 kilometre güneyine kadar olan Irak topraklarında pek bir anlamı olamayacağı sarahaten görülüyor.