Türkiye’nin bölge siyasetini yeniden düşünmek
Arap dünyasında yaşanan halk ayaklanmaları yerli ve yerel bir süreç olarak başladı. Başlangıç aşamasında mesele, sokaktaki Tunuslu, Mısırlı, Libyalı vatandaşın siyasal ve iktisadi talepleri idi; kimlikleri değil. Orta Doğu’da siyasal manzara bu şekildeyken, Türkiye bölgedeki bu taleplerle en rahat ilişkiye geçebilen ülke konumundaydı. Bölgedeki diğer ülkelerle karşılaştırılamayacak ölçüde toplumsal rızaya dayanan bir kamusal alan inşa etme, demokratik bir siyasal kültür bina etme ve siyasal sistemini o şekilde tanzim etme deneyimine sahipti. Bu nedenle Türkiye, gelişen dalgayı tanımakta ve söylemsel olarak onu sahiplenecek siyasal tarih ve kavram hazinesine sahipti. Zaten kendi tarihsel deneyiminin süzgecinden geçirerek kullandığı dil ve izlediği siyaset bölge için ‘yeni bir gelecek’ kurmaya matuftu.
Suriye krizi ile Mısır’daki darbe bu dalganın hem içeriğini hem de düzlemini değiştirdi. Arap dünyasında yerel dinamiklerle başlayan değişim dalgasının evrim ve yönelimini bölgesel ve küresel güçlerin projeksiyonları tayin etti. Bu projeksiyonlarda artık siyasal talepler değil, siyasal kimlikler başat rolü oynamaya başladı.
Bu da ‘siyasal özne’ olması, yeni bir kamusal alan ve siyasal toplum inşa etmesi beklenen bölgedeki Arap bireyinin bu şansını, kuşatıcı grup kimlikleri lehine yitirmesine yol açtı. Yani, siyasal talepler üzerinden başlayan halk ayaklanmaları, yerini siyasal kimliklerin güç mücadelesine bıraktı. Bu, Türkiye’nin bölgesel rakipleri/konjonktürel müttefikleri olan İran ve Suudi Arabistan’a oranla daha acemi olduğu bir alan. İran’ın Hizbullah gibi Şii yapılara; Suudi Arabistan’ın ise Selefi gruplara, on yıllara dayanan yatırımları mevcut. Bu yatırımları nedeniyle de onları sahaya göreceli bir rahatlıkla sürebiliyorlar.
Bu deneyimlerin de gösterdiği gibi bölgede siyasal kimlikler üzerinde yürütülen bir mücadelede başarılı olmak için uzun bir süre boyunca yatırım yaptığınız kimlik gruplarına, onlarla alakalı gerekli ‘Know-How’a ve bölgesel bir ağa sahip olmanız gerekiyor. Geride bıraktığımız süre şunu açık bir şekilde ortaya koydu ki, Türkiye’nin böylesi bir yatırımı yok ve böylesi bir yatırım yapmadığı sürece de bölgesel siyasetteki etkinliği sınırlı kalacak.
Bu nedenle Türkiye’nin bölgesel kimliklere yönelik iyi yapılandırılmış bir siyaset izlemesi gerekiyor. Bu siyaset üç saç ayağı üzerine oturtulmalıdır: (demokratik) İslami hareketlerin başat rol oynadığı değişimi talep eden gruplar, bölgesel Kürtler ve Türkmenler.
Bunun yanı sıra, Suriye krizinin kristalize ettiği üzere Orta Doğu’daki mevcut mücadelelerin geleceğini bölgesel ülkeler ile siyasal kimlikler arasındaki güç rekabetleri belirleyecek. Türkiye’nin bölgesel politikası da tam bu noktada açmaza giriyor. Türkiye’nin bölgesel ülkelerden ana muarızı İran ‘muzaffer’ bir psikoloji; konjonktürel müttefiği Suudi Arabistan ise ‘varoluş’ korkusuyla hareket ediyor. Bu iki psikoloji arasındaki makas belli ölçüde kapanmadığı sürece, mevcut tahripkar bölgesel güç rekabetinin hız kaybetmesi mümkün görünmüyor.
Türkiye, Suudi Arabistan ile ilişkilerini yöneterek İran ile olan ilişkilerini yeniden artırmalıdır. Bu noktada Davutoğlu’nun İran ziyareti ve “bölge sorunlarının bölge aktörleri tarafından çözülmesi yönünde güçlü irade sergilemek” ifadeleri dogru yönde atılmış bir adımdır. Suriye krizinin bölgesel boyutu, küresel boyutundan daha önemlidir.
Ezcümle, Türkiye bölgede ‘muhayyel bir yarını’ inşa etmeyi sağlayacak bir söylem geliştirip bu yönde bir siyaset izledi. Fakat bölge ‘bugünü’ yaşıyor ve ‘bugün’ de uzun bir süre yarına evrilemeyecek gibi gözüküyor. Bu nedenle Türkiye, bölgesel siyasetini bugünün gerçekleri ve gereklilikleri üzerinden yeniden dizayn etmelidir.