Türkiye, Körfez krizine yönelik nasıl bir siyaset izlemeli?
İngilizce'de MENA olarak ifade edilen Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesini bu iki bileşenden ziyade Mağrib, Maşrik ve Körfez olarak ayrıştırmak daha anlamlı bir resim ortaya çıkarır. Kültürel ve sosyo-ekonomik gelişmişlik, siyasal tarih deneyimi, mezhebi-etnik kimlik unsurlarını dikkate aldığımızda bu şekildeki bir kategorizasyon içerisinde yer alan ülkeler birbirlerine daha yakın özelliklere sahip oldukları için böylesi bir sınıflandırma daha iyi bir bölgesel okuma yapmamıza zemin hazırlar. Tabii ki her alt ünitede istisnai örnekler bulmak mümkün. Yemen ve Libya örneklerinin gösterdiği gibi...
Kriz ve kaosla anılan bölgede Körfez göreceli istikrarı temsil ediyordu. Eğer Körfez de bölgesel krizin yeni bir merkez üssüne dönüşürse, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da post-kriz döneme geçişi on yıllar sürecek bir süre için ertelemek durumunda kalırız. Bu durum Türkiye'nin çıkarlarına da bölgesel projeksiyonunu da zarar verir. İran'ın aksine Türkiye'nin çıkarları bölgesel istikrar ve düzenden geçiyor. Çünkü milis güçler ile mezhepçi bir ideolojiden ziyade bölgeye daha fazla ticari ürünler ihraç etmek durumunda olan bir ülke Türkiye.
Bu mantığın bir devamı olarak, Türkiye bu meselenin iki kamp arasındaki bir sürece dönüşmesini önlemeye yönelik bir mesai harcamalıdır. Eğer, bu mesele Türkiye-Katar'la çekirdeğinde Suudi Arabistan - Birleşik Arap Emirlikleri'nin olduğu iki kamp arasındaki mücadeleye dönüşürse bu bölgenin daha fazla fragmentasyona ve daha rahat penetrasyona uğramasına zemin hazırlar. Yukarıda ifade ettiğim üzere böylesi bir resimde ise kaos, kriz ve rekabet ortamlarını yönetmede bölgenin en mahir devleti olan İran buradan çok ciddi kazançlı çıkar.
Tabii ki buradaki hassas dengeyi tutturmanın kolay olmayacağı herkesin malumü. Türkiye'nin Katar'a sunduğu desteğin Suudi Arabistan karşıtı bir siyasete dönüşmemesi gerektiğini birçok analist dile getiriyor. Hatta bu krizin Türkiye'ye yeni bir jeopolitik konumlanma için bir fırsat kapısı açtığı da dile getiriliyor. Bu kısmi ölçüde doğru bir okuma. Mısır darbesi ve Suriye krizinde bir kampın parçası olarak hareket etmek durumunda kalan Türkiye, bu krizde arabuluculuk çalışmalarıyla veya izleyeceği denge siyasetiyle bu kampların ötesine geçerek jeopolitik olarak kendisini farklı bir şekilde konumlandırabilir. Bu siyaseten tercih edilebilir ve teorik olarak makul bir öneri ve okuma gibi duruyor. Fakat asıl güçlük veya maharet de tam da bu dengenin nasıl kurulacağından yatıyor.
Katar'a abluka uygulayan ülkelerin Katar şahsında bir pozisyonu cezalandırmaya çalıştığını dikkate alacak olursak, bu pozisyonu paylaşan Türkiye'nin bu yeni konumlamayla bölgesel politikada daha etkin bir rol üstlenmesine de rıza göstermeyeceklerini öngörebiliriz.
Buna rağmen, Türkiye, bu krizin kamplar arası bir mücadeleye dönüşmemesi için azami derecede ihtimam göstermelidir. Hatta, Katar'a yaptırım uygulayan ülkelere bir blok muamelesi yapmaktan kaçınmalı ve özellikle de Suudi Arabistan'la Birleşik Arap Emirliklerini birbirlerinden ayrıştıran bir dil kullanmalı. Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri'ne yönelik daha güçlü bir dil kullanırken Suudi Arabistan'ı gözeten bir söyleme başvurmalıdır. Türkiye, özellikle Suudi Arabistan'a bu sürecin ve Katar'dan talep edilen maddelerin bölgede İran ve İsrail'e yarayacağını ısrarla belirtmelidir. İsrail konusu Suudi Arabistan'a hitap edecek bir mesele değil. Uzun bir suredir Müslüman Kardeşler ve Hamas başta olmak üzere İslamcı hareketler ile İran karşıtlığı her iki devlet arasında yeni bir ortaklığın zeminini hazırlamıştı.
Buna paralel olarak, Filistin meselesinin bölgesel siyasetteki konumunda bir dönüşüm yaşanıyor. Arap Baharı'nın bir kimlikler mücadelesine dönüşmesinden sonra bölgede Filistin meselesi pan-Arap bir meseleden çıkıp gittikçe bir kampın içerisine yerleştiriliyor. Buradan da hem bu mesele hem de mevzubahis kamp İslamcı parantezine hapsedilip mahkum ediliyor. Bu meselenin bu şekilde konumlandırılması Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan için Batı'da İsrail yanlısı lobilerle yeni ittifaklar geliştirebilmek için işlevsel bir şekilde kullanılıyor. BAE'nin Washington'daki Büyükelçisinin İsrail yanlısı düşünce kuruluşu Foundation for Defense of Democracies yetkilileriyle yazışmaları bu durumu açık bir şekilde ortaya koyuyor. Zaten epey süredir İsrail Ortadoğu'da Arap monarşileriyle Filistin meselesine dokunmadan bir normalleşme yaşıyor. Körfez krizinin derinleşmesi bu süreci daha da derinleştirip hızlandırır.
Körfez'deki yarılmanın yanısıra, Katar'ın hem Hamas hem de Müslüman Kardeşler konusunda baskıya maruz kalması İran'a Filistin meselesinde yeni imkan alanları sunuyor. Arap Baharı'nın Suriye ulaşması üzerine bölgesel değişimi destekleyen ülkeler Hamas'ı Şam'dan çıkıp Doha'ya yerleşmesi için ikna ettiler. Bu durum haliyle İran-Şam-Hizbullah ekseninin Hamas üzerindeki etkisini ve İran'ın Filistin meselesini kullanma imkanlarını azalttı. Hamas'ın bu hareketi İran'ın bölgede direniş hattının liderliğini yaptığı argümanı üzerinde devşirdiği sempati ve meşruiyetin de azalmasına yol açtı. Çünkü Filistin meselesi olmadan direniş hattı söylemi büyük oranda anlamını yitiriyor. Bu aşamada, bölge artık İran'ı Filistin meselesine verdiği destek, İsrail-ABD karşıtı söylemi yani 'direniş hattı' konumlanması üzerinden değil de Suriye'de Esad rejimine ve onun katliamlarına verdiği destek üzerinden okumaya başladı. Bu da bölgedeki İran algısı ve imajını radikal bir şekilde değiştirdi. Sünni Arap dünyasında İran alerjisi İsrail alerjisini dahi aştı. Bu durumu Arap Bahar'ının ve İran'ın bu süreçte hayati jeopolitik çıkarlarını korumasının yan etkisi olarak okuyan İran, bölgenin artık gittikçe post-Arap Baharı dönemine girdiği bir denklemde bu imaj sorununu çözmek için ortaya çıkan her imkanı kullanmak isteyecektir. Filistin direnişinin hamiliği rolüne soyunma herhalde İran için en kestirme yol olacaktır. Hamas'ın kuruluş belgesini değiştirdiği, iki devletli çözümü kabul ettiği bir dönemde hem İsrail hem de Arap monarşileri tarafında bu ölçekte dışlanması ve kriminalize edilmesi İran'ın ekmeğine yağ sürer.
Elitleri bir kenara koyacak olursak, bölgedeki insanların anti-İrancılığı büyük oranda İran'ın Arap Baharı ve Suriye krizinde takındığı tutumunun bir eseridir. Ahmedi Nejat ile Hizbullah'ın lideri Nasrallah bir dönem Arap dünyasındaki en popüler liderlerin başında geliyorlardı. Bu popülerlik büyük oranda Hizbullah'ın 2006 yılında İsrail ile yaptığı savaş ile Ahmedi Nejat'ın İsrail-ABD karşıtı söylemlerinin eseriydi. Bugünden bakınca o dönemlerin artık tarih olduğunu düşünebiliriz. Suriye krizinin hem İran hem de Hizbullah'a dair yeni bir hafızayla algının oluşmasına yol açtığı da ortada. Ancak kimse bunun kısmen de olsa değişmeyeceğini iddia edemez. Bugünkü yargılarımızın çoğu Arap Baharı döneminin okumaları, algıları ve kaygıları üzerinde şekilleniyor. İçine girdiğimiz post-Arap Baharı döneminin ise kendisine has krizleri, meydan okumaları, kamplaşmaları olacak gibi duruyor. Bu da yeni yargılar, yeni kaygılar ve dolayısıyla yeni ötekiler manasına geliyor. Yani İran Arap Baharı ve Suriye kriziyle dağıttığı bölgesel imajını post-Arap Baharı döneminin gerçeklikleri ve özellikle Filistin meselesi üzerinden tekrardan toparlamaya ve tamir etmeye çalışacaktır.
Eğer mevcut bölgesel yarılmayla Trump'ın başkanlığından cesaret alan İsrail Gazze'ye karşı yeni bir savaş başlatırsa bu İran'ın işini daha da kolaylaştırır, ekmeğine yağ sürer. Dolayısıyla, Hamas'ın Katar'da çıkmasını isteyen BAE-Suudi koalisyonu ya bunu gerçekten istemiyor, ya jeopolitik bir körlük yaşıyor ya da İran'ı dengelemek onlar için bir öncelik oluşturmuyor. Türkiye, Suudi kampının izlediği Katar siyasetindeki bu çelişkiyi ısrarla vurgulayıp, Suudi Arabistan'ı makas değiştirmeye ikna etmeye çalışmalıdır. Tabii ki bu işleme ihtimali düşük olan plan A'yı oluşturuyor. Plan B ise bölgesel trajedinin yeni bir zemin ve zamanda derinleşerek devam etmesi manasına gelir ki bunu da başka bir yazıda irdeleyelim...