Geliyorum diyen küresel krize hazır mıyız?
Birleşmiş Milletler’in ‘yüzyılın krizi’ olarak tanımladığı, Türkiye’yi teğet geçen 2008 ekonomik krizi, Avrupa’yı derinden sarsmış, dünyaca ünlü finans şirketlerini neredeyse batma noktasına getirmişti. 2006’da krizin ayak sesleri duyulmaya başladığı halde sorunun çözümüne ulaşılamadığı için iki yıl içerisinde kriz genişleyerek yayılmış ve sarsıcı sert darbelerle derinleşen kriz, toplumsal sorunlara ve politik istikrarsızlıklara sebep olmuştu.
2008 krizini doğru tahmin ettikleri için dünyada ‘kriz kahinleri’ olarak tanınan ekonomist Nouriel Roubini ve ABD’li iktisatçı Jesse Colombo iki yıldır dünyanın yeni bir ekonomik kriz dalgası ile karşı karşıya kalacağı konusunda uyarılarda bulunuyorlar.
Dünyanın karşı karşıya kalacağı ekonomik buhranın tarihini 2020 olarak veren Roubini, yaşanacak krizin 2008 krizinden daha ağır olacağını söylüyor.
Gelecekte yeni ve ciddi bir ekonomik buhran yaşanacağı uyarısını yapan bir diğer isim de Birleşik Krallık eski Başbakanı ve G-20’nin kurulmasında etkili bir isim olan Gordon Brown. The Guardian’a verdiği röportajda Brown şunları söylüyor:
“2008 yılında meydana gelen büyük mali çöküşün nedenlerine hala çare bulunamadığından dolayı, yaşanan 10 yıllık durağanlığın ardından yeni bir ekonomik krizin kapıda olduğunu söylemeliyim. Şu an ekonomik krize doğru uyurgezer gibi ilerliyoruz. Krizi tetikleyecek olası risklerin artık fark edilmesi gerekiyor.” (14 Eylül 2018)
Geliyorum diyen krizle alakalı bir ikaz ve tespitte Brown şöyle diyor: “2008 yılında krizi atlamak için yapılan işbirliği, 2018 krizi sonrası döneminde işe yaramayabilir. Sorunu çözmek yerine, herkes suçu birbirinin üzerine atma oyunu oynayacaktır.”
İktisadi kriz dönemlerinde öncelikli olarak yapılması gereken, yöneticilerin hamaset ve popülizmi bir kenara bırakarak iktisatçılara kulak vermesi. Zira iktisat bilimcileri rasyonel veriler ortaya koyarak sorunun çözümüne katkıda bulunabilirler.
2008’de yaşanan ve bütün Avrupa’yı derinden sarsan ekonomik buhran ciddi bir tecrübedir.
Kabul edelim ki, küreselleşen dünyada, haritanın bir ucundaki ülkede yaşanan bir hadise bütün dünyada “kelebek etkisi” yaratabiliyor.
Şunları dediğinizi duyabiliyorum: “Tamam. Anladık. Bütün dünyayı derinden etkileyecek ve öyle görünüyor ki bu kez teğet geçeceği bir ülkenin de olmayacağı bir ekonomik kriz dalgası ile karşı karşıya kalınacak. Peki, yok mu bu krizi atlatmanın bir çözümü? Kriz konusunda uyaran iktisatçılar çözümü konusunda bir şey demiyorlar mı?”
O halde dün kaleme aldığım ve bugün devam edeceğimi duyurduğum “G-20’nin seçkin insanlar grubu ve herkese açık küresel finansal sistemi” başlıklı yazıma bakmanızı öneririm.
Dün, 2018 Ekim ayında Endonezya’da küreselleşen dünyanın sorunlarına çözüm önerileri getiren bir toplantı gerçekleştirildiğinden ve o toplantıda “küresel finans mimari ve uluslararası kurumların doğru yönetilmesine dair” önemli önerilerin yer aldığı 100 sayfalık bir raporun dağıtıldığını yazmıştım.
Okumayanlar için kısa bir özet geçelim. G-20’de Nisan 2017’de 16 kişiden oluşan Küresel Finansal Yönetim Seçkinler Grubu adında yeni bir grup oluşturuldu.
İktisat bilimine “Taylor Kuralı”nı kazandıran ABD’li ünlü iktisatçı John B. Taylor, eski Avrupa Merkez Bankası Başkanı ve krizleri önceden tahmin eden Jean Claude Trichet, enflasyonu yenilgiye uğratan kişi olarak ünlenen, JP Morgan’ın yönetim kurulu başkanı Jakob A. Frenkel, Avrupa Merkez Bankasının baş ekonomisti ve Two Pillar stratejisini bulan Otmar İssing, ülkesinin 30 milyar dolarlık dış borcunu sildiren, Dünya Bankası’nın kalkınma ekonomisti olan Ngozi Okonjo, iklim değişikliklerinin yarattığı olumsuz koşulların ekonomiye olan etkisi üzerinde çalışmalarıyla dünyanın otorite olarak kabul ettiği Nicholas Stern, IMF’in Avrupa Departmanı Başkanı Merak Balka ve 2008 küresel krizinin ülkemizin üzerinden teğet geçmesini sağlayan Ali Babacan’ın da aralarında olduğu grubun yaş ortalamasının 65 olduğunu ve grubun en genç üyesinin Ali Babacan olduğunu söylemekte fayda var.
Objektif ve önyargılardan uzak bir şekilde çalışan grubun hazırladığı raporun iki muhatabı var:
- Birinci muhatabı olan ülkelere neler yapmaları gerektiğini anlatıyor
- İkinci muhatabı G-20’ye ise gereksiz iş yükü olduğu ve yapması gerekenler konusunda eksik davrandığı yönünde eleştirilerde bulunuyor.
Ekonomist olmadığım için benim raporda dikkatimi çeken hususun “ülkeler” için tavsiyeler kısmı olduğunu söyleyebilirim. Zira, ülkelere tavsiyeler bölümünde, güçlü devlet olmak için birinci şartın “iyi yönetim”, ikinci şartın “eğitim” üçüncü şartın ise “kanunlar” olduğu yazılı.
Devletleri köklü yapan, güçlü yapan birinci şart, ülkelerin iyi yönetilmesidir.
İyi yönetim nasıl mümkün olur? Devletin kurumsallaşması ile mümkün olur? Kurumsallaşmış devletlerde hesap verilebilirlik var demektir. Bu ise ancak bir ülkede hukukun üstünlüğü ilkesinin hakim olması ile mümkün olur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin ülkede hakim olması ise o ülkede kuvvetler ayrılığı ilkesinin çalışıyor olması ile mümkündür... Hukukun üstünlüğü ilkesinin hakim olduğu bir ülkede siyasal yozlaşma olmaz.
Siyasal yozlaşmanın olmadığı bir yerde rüşvetten, yolsuzluktan bahsedilmez.
“Ekonomik kalkınmanın önündeki en büyük engel o ülkede yolsuzluk ve rüşvetin olmasıdır.” (Küresel finans sisteminin herkesin yararlanacağı hale getirilmesi, sh.33)
Kurumlar iyi çalışırsa, ülkenin yöneticileri ülkenin finans kaynaklarını kurumsal davranarak doğru bir şekilde yönlendirir.
Güçlü devlet olmanın ve ülkelerin büyük kalkınma hamlelerini gerçekleştirebilmesi için ikinci şart neydi: Eğitim.
Raporda ülkelerin birinci önceliği olarak yönetim kapasitelerini insan sermayesini güçlendirmeye odaklaması tavsiyesi var.
Mustafa Fazıl Paşa, 150 yıl önce Paris’ten Sultan Abdülaziz’e yazdığı mektubunda, Avrupa ülkelerindeki hükümetlerin önceliklerinin halklarının eğitimi olduğunu yazar ve der ki:
“Avrupa devletleri büyük fedakarlıklar göstererek önceliklerini halklarının eğitimine odaklanıyorlar. Onlar halklarını eğiterek ilerlerlerken biz niçin olduğumuz yerde kalmaya ve hatta gerilemeye devam ediyoruz.” (1867, Paris Liberte Gazetesi)
Güçlü devlet olmanın yolu eğitimli toplumlardan geçer. Eğitimli toplumlarda bireysellik vardır. İnsan sermayesine yatırım yapmak aynı zamanda ülkenin yönetimi için nitelikli insanların yetişmesi demektir. Nitelikli insanların olduğu toplumlarda toplumsal yozlaşma olmaz.
Güçlü devlet olmanın üçüncü yolu o ülkenin oturmuş kanunlarının ve düzenlemelerinin olmasıdır.
Çekici bir yatırım ortamının oluşturulması için, iş imkanlarının yaratılması ve ekonomik dinamizmin olması lazım. Raporda yine, bunun için olmazsa olmaz şartlardan birisi olarak kanunların uzun dönem yatırımcılara güven sağlayacak şekilde kalıcı olması gerektiği yazıyor. (Sh.33)
Raporda G-20’ye de şu öneriler yapılıyor:
G-20 stratejik bir gündeme yeniden odaklanmalı, iş yükünü daha rasyonel hale getirerek uluslararası finans enstitüleri ile daha çok koordinasyon içerisinde olmalı. G-20 bütün dikkatini stratejik konulara ve krizlere acil müdahale konusunda siyasi işbirliği geliştirmeye vermelidir. Kalabalık gündemini boşaltmalı ve çalışmaları IFI’lere devretmelidir.
Velhasıl kelam...
Krizlere karşı dayanıklı olabilmek için de, ülkelerin kalkınma hamlelerini hayata geçirebilmesi için de öncelikli olarak ülkelerin kendi üzerlerine düşenleri yapması gerekiyor. Yoksa güçlü ülkeyiz deyince güçlü olunmuyor. Ya da siyasetçisi “ekonomimiz güçlü” dediğinde ekonomisi güçlü ülke olunmuyor...
Ne dersiniz medyada hiç ilgi görmeyen, ülke gündemine girmeyen bu rapora en çok ihtiyacı olan ülkelerden birisi de biz değil miyiz?
Not: Raporun tercümesi için bana yardım eden Selim’e teşekkürler.