Bütün ‘kuvvetler’ birleşin!
TBMM’de milli irademizin tüm temsilcileri...
Yani “yasamamız”!
TBMM’de temsilciler tarafından çıkartılan kanunların kıymetli uygulayıcıları...
Yani “yürütmemiz”!
Ve kendisinin her daim “bağımsız” olduğuna inanmamızı isteyen...
Yani, “yargımız”!
Velhasıl, devletimizin bütün organları... Tek elde toplanınız.
Birleşin, bir olun, birlik olun ki, diri olasınız!
Kuvvetli olasınız! Güçlü olasınız!
“Birlikte” hayır, “ayrılıkta” şer vardır!
Ayrılıktan ihtilaf, ihtilaftan ise fitne doğar. Bu ise ‘milli birlik ve beraberliğe ziyadesiyle’ ihtiyacımızın olduğu ‘şu günlerde’ kanımca pek hayra alamet değil!
Baksanıza!
Güneydoğu’da terör her gün, yaşlı, genç, çocuk, kadın demeden can almaya devam ediyor.
Parlamenter sistemimiz çökmüş durumda.
Devletin zirvelerinde, çift başlılık almış başını gidiyor.
Küresel sermayenin ‘kötü adamları’ birleşmişler, ülkemizi terörden olmazsa ‘ekonomiden’ batırmaya ahdetmişler.
***
Merkel’in, François Hollande’ın, Obama’nın ve Kraliçe’nin vardiya usulü çalışan medyalarında gün geçmiyor ki Türkiye’yi hedef alan bir haber, bir analiz çıkmasın!
Yok, Türkiye’de ‘hukuk’ yokmuş, ‘adalet’ yokmuş, ‘reformlardan’ vazgeçmişiz, ‘ekonomimiz’ kötüye doğru gidiyormuş, ‘medya’ baskı altındaymış, iktidar ‘yargı’ya baskı yapıyormuş, Türkiye demokrasi çizgisinden çıkıyormuş, ülke otoriter rejime doğru gidiyormuş! Yok daha neler!
En son ne yaptıklarını biliyorsunuz! Bir ‘üst akıl’ toplantısından çıkan kararla, ABD yönetimi, Cumhurbaşkanımızın itibarını zedelemek için, az kalsın Başbakan Davutoğlu’na randevu veriyordu!
Allah’tan AK Parti MKYK’sının kıymetli üyeleri duruma hemen el koydular. Gerçi Ahmet Hoca MKYK üyelerinin kendisine vermek istediği mesajı anlamadığı için istifa etmedi! Ama Allah’tan ‘kuşlar’ hemen devreye girdi de “mesele” dallanıp budaklanmadan halloldu!
Neyse konuyu dağıtmayalım.
Ne diyordum ki ben...
Olağanüstü bir durumdan geçiyoruz. Türkiye oldukça kritik bir süreçten geçiyor. Hani, ülke sırat köprüsünden geçiyor teşbihi yapılsa abartılmamış olur!
Demem odur ki, ülkemiz böylesi kritik bir süreçten geçer iken...
“Kuvvetler ayrılığı” diye “güçler ayrılığı” diye bir şey olmaz.
Zaten görünürde var, gerçekte “kuvvetler ayrılığı”, “güçler ayrılığı” diye bir şey yok!
Böyle karışıklık bitecek, adı konmuş olacak!
Ayrıca... Atatürk’ün de şiddetle karşı çıktığı bir husustu “kuvvetler ayrılığı” ilkesi.
Hatta o kadar ki, Atatürk 21 Aralık 1921’de TBMM’de yaptığı konuşmada “Kuvvetler ayrılığını savunan ya delidir ya çılgındır” dediğinde Meclis alkıştan yıkılıyor.
Atatürk bütün hayatı boyunca “kuvvetler birliğini” savundu, “kuvvetler ayrılığı”na da şiddetle karşı çıktı.
Atatürk’e göre “yürütme” üstün kuvvetti, “yasama” o üstün kuvvetin altında yer alıyordu. “Yargı” ise bu iki kuvvetin de altındaydı ve diğer iki kuvvete muhtaçtı. Tam da bu yüzden “yargı” bağımsızlığı diye bir şey asla mümkün olamazdı.
***
Atatürk’e göre “yargı bağımsızlığı” denilen şey sadece “hukuki şahsiye” alanlarında mümkün olabilir. Yani vatandaşların birbirleriyle olan hukukunu düzenleyen, evlenme, boşanma, miras, borç vesaire gibi alanlarda elbette “yargı bağımsız” olmalıdır.
Ancak onun ötesinde yine Atatürk’ün söylemiyle “Siyasi konularda yargı yürütmeye bağlıdır.”
Dolayısıyla Atatürk’e göre “yargı otoriteye hizmet etmelidir. Otorite ne derse onu yapmalıdır.”
Meclis’in değil, hükümetin güçlü olmasını savunan Atatürk bir de şöyle diyordu:
“Rica ederim, böyle bir kuvvet nasıl bağımsız olabilir?”
Güçlü hükümet derken...
Tek söz sahibinin, tek yetkilinin Atatürk olduğu ‘hükümet’ten bahsediyoruz elbette.
Muhalefet mi? Atatürk, Batı’da kendisiyle ilgili diktatör söylentileri ayyuka çıkmaya başlayınca bir “muhalefet parti” olsa demiş. Sonucu biliyorsunuz... Fethi Okyar’a kurdurduğu ‘kontrollü muhalefet” Serbest Cumhuriyet Fırkası sadece 3 ay varlık gösterebildi.
Hamiş: Şu günlerde Taha Akyol’un Doğan Kitap’tan neşredilen ‘Atatürk’ün İhtilal Hukuku’ kitabını okumak size de iyi gelebilir. Bu yazımda Taha Akyol’dan hayli istifade ettiğimi söyleyebilirim.