Ahmet Turan Alkan’ın özeleştirisi ve Yargıtay 16. Ceza’nın kararı…
Hüzün ve şaşkınlık. İki duygum birbirine karışmış durumda. Köşemde defalarca övdüğüm Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin 2020/4391 no.lu kararının bende şaşkınlık duygusu yarattığını da söylemeliyim.
Yerel mahkeme kararlarının bir uçtan diğer bir uca savrulduğu, yerel mahkemeler tarafından sanık sandalyesine oturanların kolayca “örgüt üyesi, darbeye teşebbüs” suçlusu sayıldığı, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezalarının havalarda uçuştuğu bir dönemde verdiği hukuki kararlarla “Türkiye’de hakimler var” dedirten Yargıtay 16. Ceza Dairesi beni ciddi anlamda şaşırttı.
Verdikleri çoğu kararla adeta hukuk manifestosu yazan Yargıtay 16. Ceza Dairesi, kapatılan Zaman Gazetesi yazarları hakkında verdiği kararında yaptığı “iyi medya kötü medya” tanımını görünce sadece şaşırmakla kalmayıp ürktüm de!
***
AYM kararlarının bağlayıcılığına vurgu yapan Yargıtay, kararında, Ali Bulaç, Ahmet Turan Alkan, Mümtazer Türköne, Mustafa Ünal, Nuriye Ural, Orhan Kemal Cengiz ve Şahin Alpay’ında olduğu 11 sanığın anayasal düzeni değiştirmeye kalkıştıklarına yönelik delil olmadığını vurguluyor.
Ahmet Turan Alkan, Mustafa Ünal ve İbrahim Yeğenoğlu’na örgüt üyeliği suçundan verilen cezaları yerinde bulan Yargıtay, AİHM’den içtihatlarla ifade ve basın özgürlüğü tanımı yapıyor. Medyanın bir bakıma kamu bekçisi görevini üstlendiğini, basın özgürlüğünün korunmasının gazeteciler için değil bu özgürlüğü korumanın aslında birey ve toplumu bilgi edinme hakkını korumak anlamına geldiğini, özgür ve özerk bir medyanın demokratik hukuk devletinin temel taşı olduğunu yazıyor.
Gayet güzel devam ederken… Birden “ama” diye başlıyor ve “iyi ve kötü medya” tanımı yapıyor. Medyanın elindeki gücü kötüye kullanabileceğini söylüyor ve kötü medyaya Adolf Hitler’in Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in “Bana vicdansız bir medya verin, size bilinçsiz bir halk sunayım”, “Yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkacaktır”, “Halk büyük yalanlara, küçük yalanlara göre daha çok inanacaktır” sözlerini örnek gösteriyor.
***
Şu soruyu sormak isterim:
Bir medya organının iyiye mi, kötüye mi kullanıldığına kim karar verecek?
Polis mi?
Savcı mı?
İçişleri Bakanlığı mı?
Yoksa iktidardaki parti mi?
Modern demokratik hukuk devletinde kötüye kullanılan medya kavramı olur mu? Olmaz elbette. Suç genellemeyle suç olmaz, suç tanımı eylemlere göre yapılır.
Ama bakıyorsunuz Yargıtay 16. Ceza Dairesi “iyi medya, kötü medya” tanımı yapıyor!
Bir yayın eğer kamu düzenini bozuyorsa, şiddeti teşvik ediyorsa, terör propagandası yapıyorsa bu eylemler evrensel hukuka göre suçtur ve ona göre soruşturma yapılır.
Ama Yargıtay “gücün kötüye kullanılması” tanımından sonra Ahmet Turan Alkan’ın 17 Ağustos 2015 tarihli yazısında bir darbe geliştirmek üzere teklifte bulunmak istediğini, darbe çağrısı yaptığını söyleyerek bir tek bu yazısıyla yerel mahkemenin Sayın Alkan hakkında verdiği cezanın yerinde olduğuna karar veriyor.
***
Yazının tamamını okudum. Bir kere şunu söylemek isterim ki, keşke Yargıtay üyeleri Sayın Alkan’ın yazılarını okusalardı. Sayın Alkan’ın biraz olsun tanımaya çalışsalardı. Nüktedan bir üslupla yazdığı yazılar eminim onları gülümsetecekti. Hele Sayın Alkan’ın Recai Güllaptan müstearıyla yazdığı yazıları okumuş olsalardı, Ahmet Turan Alkan’dan bir terör örgütü üyesi çıkmayacağını bilirlerdi. Ve “Darbe cuntasına elaman aranıyor” başlıklı yazısının darbe çağrısı, darbe teklifi değil ülkemizin darbelerle dolu geçmişiyle, darbecilik suçunun yürürlükteki kanunlara göre cürüm olmaktan çıkmasıyla ilgili kaleme aldığı bir kara mizah, bir ironi yazısı olduğunu anlarlardı.
Gelelim beni hüzünlendiren sebebe:
Ahmet Turan Alkan geçen hafta “Kaçınılmaz bir özeleştirinin satırbaşları” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Kah hüzünlenerek, kah içim acıyarak, hak her satırının yüreğimde oluşturduğu derin bir acı duygusuyla ama aynı zamanda özlemle okudum.
Bir yanda Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin kararı bir yanda Ahmet Turan Alkan’ın yazısı…
Yazısına “Yazmayalı uzun zaman oldu” sözleriyle başlayan Alkan son beş yılda herkesle birlikte önemli olaylar yaşadığını, siyasi ve toplumsal büyük depremler geçirdiğini, geçirdiği depremlerin kendisini çok etkilediğini ve beş yıllık süreçte yeniden düşünmek için fırsat bulduğunu yazıyor. Kendisinde nelerin değiştiğini ve nelerin değişmediğini maddelerle anlatıyordu.
***
Fethullahçı yapıyla mücadele eden, bu yapının ne menem bir şey olduğunu topluma anlatmaya çalışan iktidar açısından da Sayın Alkan’ın tespitlerinin oldukça kıymetli olduğunu düşünüyorum.
Sayın Alkan’ın şu tespiti acı bir gerçeği ortaya koyması açısından oldukça önemlidir:
“FETÖ’nün en büyük fenalığının yargı kararlarına da yansıdığı gibi, ne yaptığını iyi ilen fesat yönetici ağabey ve imam takımı dışında binlerce masum ve samimi insanın hayatını karartması olmuştur. Bu insanların dramlarıyla her yüz yüze geldiğimde bu deniz anasını andıran paralel örgüte lanet okudum. Mahalli tabirle, ‘Allah karartılarını kaldırsın’ diye ilenmekten nefsimi men edemedim.”
“Kendini bir ‘Sivil toplum hareketi’ diye takdim eden FETÖ, tam aksine bütün kurum ve birimleriyle faydası ve zalim bir şer şebekesi. FETÖ’nün bir terör örgütü olduğunu ancak, o mel’un 15 Temmuz darbesi’nden sonra görebildim ama çok geçti.”
“Zihnimde bir kekrelik; aldanmış, enayi yerine konulmuş olmanın verdiği acı bir tatsızlık ve derin bir hüzün. Örgütün güya beyin takımı ve prensleri batı ülkelerinde safa sürerken, ülkesine güvenip evinde kalan bir avuç aldatılmış insan vicdan azapları içinde. Pişmanlık mı? Evet. Özür mü? Elbette! Peki, okuyucudan ve hasbentenlilah sevenlerimden de özür dileyecek miyim? Deneyeceğim: Özür dilerim ey okuyucu!”
***
Alkan haksız mı? Bu ülkede dindar olsun olmasın çocuğu okula giden, iyi bir eğitim görmesini isteyen her ailenin yolu bir şekilde bu yapıyla yolları kesişmedi mi?
15 Temmuz Darbe kalkışmasına kadar kim bu yapının eli kanlı bir terör örgütü olduğunu biliyordu? Toplumun bir kesimi için “birlikte yol yürüyen” iktidar ve cemaat arasında çıkan bir kavga değil miydi? Böyle düşündüğü için kim kimi suçlayabilir?
AK Parti iktidarı bu yapının ülkeyi kana boğacağına, Meclis’i bombalayacağına, darbeye kalkışacağına ihtimal veriyor muydu?
Dönemin başbakanı Binali Yıldırım çıktığı bir televizyon kanalında, “Hiç beklemediğimiz, hiç ummadığımız bir darbe teşebbüssüyle karşı karşıya kaldık” dememiş miydi? (25 Temmuz 2016)
FETÖ davalarında yargı sistemi on binlerce mağdur oluşmadı mı? Masum hayatlar kararmadı mı? On binlerce kişi KHK ile kamu görevlerinden atılmadı mı?
Mahkemeler “terör örgütü, örgüte iltisak, darbeye teşebbüs” gibi kavramları o kadar hoyratça, sorumsuzsa kullandı ki, mağduriyetler katlana katlana devam ediyor.
Oysa hukuki süreç, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2015 yılında Fethullahçı örgüt için yapmış olduğu “tabanı ibadet, ortası ticaret, tavanı ise ihanet olan bir çetedir” tanımına uygun yürümüş olsaydı bugün FETÖ Davalarında on binlerce mağdur oluşmayacak, gerçek suçlular cezalarını çekecekti.