‘Zelzele verme Yârab’
Deprem kendini unutturmamaya kararlı görünüyor. Önceki akşam Elazığ’da yaşanan ve çok geniş bir alanı etkileyen depremin acı bilançosu olarak bu yazıyı kaleme aldığım sıralarda yirmi iki can kaybından ve yüzlerce yaralıdan söz ediliyordu. Çok tehlikeli fay hatlarının geçtiği bu coğrafya bizim kaderimizdir. Bunu bilerek yaşamak ve sağlam zeminlere sağlam binalar yapmaktan başka çare yok.
1999 Marmara depremi felaketi bütün dehşetiyle yaşanırken devrin cumhurbaşkanı, yanlış hatırlamıyorsam, “Ne yapalım, altımız çürük!” gibi bir laf etmişti, ben de “Üstümüz daha çürük!” diye yazmıştım. Bu konuda o kadar çok yazdık ki, artık ne yazarsak yazalım, kendimizi tekrar etmiş oluruz. Eskiler “Kellim kellim lâ yenfâ!” demişler. Yine de bir hayli mesafe aldığımız söylenebilir. Marmara depreminde utanç verici bir acze düşen devlet, son depremlerde hızla organize olarak en azından geç müdahalenin yaratacağı acı sonuçların önüne geçmeyi başarıyor.
* * *
Depremler, Marmara depremini yaşamış olanları ister istemez daha fazla etkiliyor; başkalarını bilmem, ama ben o anları tekrar yaşıyormuşum gibi sarsılıyorum. Gece üç sularıydı; evde yalnızdım. Bir şeyler yazıp biraz da okuduktan sonra yatmıştım; fakat içtiğim iki aspirine rağmen başım ağrıyordu ve içimde tuhaf bir huzursuzluk vardı, bir türlü uyuyamıyordum. Ansızın şiddetli bir uğultu/gürültü yükseldi; alttan korkunç bir güç oturduğum dev apartmanı sanki yukarı kaldırıp bırakmıştı. Bu arada şangırtılar duydum, patır patır bir şeyler döküldü; her yerden çatırtılar geliyordu. Açık balkon kapısının sövelerine sıkı sıkı tutundum, fakat o halde bile ayakta zor duruyordum. Sanki binanın bütün eklem yerleri birbirinden ayrılıyordu.
Ne müthiş anlardı Yarabbi! Aslında deprem sürelerinin saniyelerle ölçüldüğünü biliyordum, fakat öyle anlarda insan, saniyenin bile aslında ne kadar uzun bir zaman olduğunu dehşet içinde idrak ediyor. Ve insan olarak aslında ne kadar güçsüz, savunmasız ve zavallı olduğumuzu... İçimden “Galiba Turgut Cansever hocanın beklediği ve İstanbul’u yerle bir etmesinden korktuğu için ilgileri ümitsizce uyarmaya çalıştığı deprem bu!” diye geçirdiğimi hatırlıyorum.
Bana hiç bitmeyecekmiş gibi uzun gelen ilk şok geçtikten sonra elektrikler söndü ve her yer zifirî karanlığa gömüldü. Sakin olmalıydım; kendimi toplamaya çalıştım; kibritlerin ve çakmakların durduğu yerleri hatırlamam ve rahat hareket edebilmek için bir mum bulmam gerekiyordu. Kütüphaneden dökülen kitaplara ve biblo, çerçeve vb. gibi ıvır zıvıra çarpa takıla ilerleyerek el yordamıyla bir çakmak buldum, fakat lânet olası yanmıyordu. Sonunda bir kibrite ulaştım ve onun yardımıyla bir mum bulup yaktım, alelacele giyindim, cep telefonu gibi gerekli şeyleri yanıma alarak dışarı çıktım.
* * *
İnsanlar, gözleri dehşetten dışarı uğramış bir halde, gecelikleri, pijamalarıyla sokağa fırlamışlardı. Kimi yalınayak, kimi terliğinin tekini giymeye fırsat bulabilmiş. Ağlayanlar, baygınlık geçirenler, dualar okuyanlar, bu arada sakin bir şekilde depreme felsefî ve metafizik yorumlar getirenler bile vardı. Bazı köşelerde insan öbekleri oluşmuş, radyolardan bu büyük depremle ilgili ilk haberleri bekliyorlardı.
Artçıları birbiri ardınca gelen depremin merkez üssü acaba neresiydi? Şimdi nerelerde kim bilir nasıl büyük trajediler yaşanıyordu?
Sokak, birkaç dakika içinde, cep telefonlarıyla yakınlarını bulmaya çalışanların, geceyi geçirmek için emniyetli yer arayanların ve hemen arabalarına atlayıp açık alanlara veya akrabalarının durumunu öğrenmek için oraya buraya ulaşma çabasındaki insanların telâşından anababa gününe dönmüştü. Bir çocuk elinde muhabbet kuşu kafesiyle babasının arkasından koşuyordu. Cesur olanlar, evlerine girip ailelerinin geceyi rahat geçirebilmesi için yatak, yorgan, battaniye gibi şeyler indirdiler. Bütün emniyetli köşeler insanlarla dolmuştu; çocuklar ve yaşlılar kendilerinden geçmiş uyuyor, yetişkinler ya hararetli bir şekilde depremi yorumluyor yahut cep telefonlarından bir türlü düşmeyen numaralara ulaşmaya çalışıyorlardı. Orada burada namaz kılanlar da vardı.
Bir süre sonra eve girdim, her ihtimale karşı taşınabilir bilgisayarımı alıp otoparktaki arabamın bagajına koyduktan sonra oturduğum sokağı ve civar sokakları dolaştım. Çok şükür, hasar görmüş hiçbir bina yoktu. Çok geçmeden radyolar ilk haberleri vermeye başladılar. Önce depremin büyüklüğünün 6 civarında olduğuna dair haberler geçilmiş, ancak daha sonra Richter ölçeğine göre 7.4 olduğu açıklanmıştı. Bu olağanüstü büyüklükte bir depremdi ve merkez üssü neresiyse orada korkunç bir felâkete yol açmış olabilirdi.
Saatler ilerledikçe felâketin büyüklüğü anlaşılmıştı. Ertesi gün gazeteci olarak Yalova’ya gitmiş, kırk beş saniye içinde neler olabileceğini görerek dehşete kapılmıştım. Sözün bittiği yerdeydim! Nüfusumuzun çok büyük bir kısmının yaşadığı Marmara Bölgesi’nde rutin bir şekilde akan hayat, pazartesiyi salıya bağlayan gece, saat üçü iki geçe başlayan kırk beş saniyelik bir sarsıntıyla altüst olmuş ve ne kadar süreceğini kimsenin kestiremediği bir olağanüstü dönem başlamıştı.
* * *
Eski yazılarımdan birinde, eğer İstanbul’un bir şuuraltı varsa, orada beslediği en büyük korku deprem korkusudur demiştim. İstanbullular, bu büyük korku yüzünden yangını göze alıp sonuna kadar ahşap evler yapmakta ısrar etmişlerdir. Keçecizâde İzzet Molla, geçen 19. yüzyılın başlarında Antep ve Halep’i yerle bir eden büyük deprem üzerine yazdığı kıt’ada, eski İstanbulluların deprem korkusunu çok iyi anlatmıştı. “İstanbullular, bu yıl Antep ve Halep yere geçince yangına razı oldular. Her birinin eteği tutuştu, dediler ki: Bize yangın yeter, deprem verme Yarabbi,” diye bugünkü Türkçeye çevirebileceğimiz kıt’a şudur:
Oldu İstanbul ahâlîsi harîka razı,
Yere geçtikçe bu yıl şehr-i Ayıntâb u Haleb.
Tutuşup her birinin dâmen-i sabrı, didiler:
Bize yangın yetişir, zelzele verme Yârab.
Yangınlar, modern teknoloji sayesinde artık büyük bir tehlike olmaktan çıktı; ama depremleri ne haber verecek bir teknoloji var, ne önleyecek...
Cenab-ı Hak’tan başından belanın hiç eksik olmadığı bu sabırlı millete bir daha böyle bir felaket yaşatmamasını niyaz ediyorum. Geçmiş olsun.