Savaşın Bosna’sında neler görmüştüm?
Türkiye’nin “onur konuğu” olarak katıldığı 28. Uluslararası Saraybosna Kitap Fuarı, 20 Nisan’da başladı, bugün sona erecek. Türkiye’nin yanı sıra çeşitli Avrupa ve Ortadoğu ülkelerinden 200 civarında yayınevinin katıldığı bu fuarda ben de Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın davetlisi olarak “Savaşan Bosna’da Sekiz Gün” başlıklı bir konuşma yaptım.
Zenitsa’da Türk Birliği’ni ziyaret ettiğimiz gün çekilen fotoğraflardan biri. Soldan sağa: Erol Akyavaş, Cem Karaca, Cem Behar, Mehmet Güleryüz, Türkkaya Ataöv, Beşir Ayvazoğlu.
Bosna’ya ilk defa 1995 Ağustos’unun ortalarında gitmiştim. Savaş hızını kesmişse de hâlâ devam ediyordu. Birleşmiş Milletler’in sorumluluğuna verilen bölgelerin akıl almaz bir sorumsuzlukla vahşi Sırp çetelerine teslim edildiği günlerde, “Bosna İçin İnsanlık Girişimi” adı altında bir araya gelen “aydın”lardan biri olarak yardım malzemeleri yüklediğimiz bir uçakla Hırvatistan’ın başkenti Split’e uçmuştuk. Yetmiş dört kişilik kafilede kimler yoktu ki... Erol Akyavaş, Mehmet Güleryüz, Türkkaya Ataöv, Ertuğrul Günay, Hüseyin Hatemi, Kezban Hatemi, Cem Karaca, Asaf Ataseven, Gülsen Ataseven, Cem Behar, Ataol Behramoğlu, Necdet Konak, Hadi Uluengin...
Split’te yardım malzemelerini otobüslere aktardıktan sonra zahmetli bir yolculukla karanlıkta Mostar’a ulaşmıştık. Sokağa çıkma yasağı saat 21.00’de başladığı için şehir bomboştu. Mostar Köprüsü’nü de ilk defa o gece kısa bir süre ağırlandığımız Koski Mehmed Paşa Camii’nin avlusundan yıkılmış hâliyle görmüş, gözyaşları içinde dakikalarca seyretmiştim. Tarih 18 Ağustos’tu.
Tuzla’da 25 Mayıs 1995’te bir bombanın 71 canı aldığı meydan.
Fotoğraf Erol Akyavaş tarafından çekilmişti.
***
Mostar Köprüsü sadece bir mimarlık harikası değil, aynı zamanda bir semboldür; tarihçilerin “Pax-Ottomana” (Osmanlı Barışı) dedikleri, farklı ırklara, dinlere ve mezheplere mensup insanları bir arada yaşatma ideali ve başarısının sembolü... İlk defa Mayıs 1992’de Sırpların açtığı ateşle ağır bir biçimde hasar gören bu zarif âbide, 1993’ün sonlarında Hırvatlar tarafından top ateşine tutularak Neretva’nın soğuk sularına gömülmüştü. Nasıl bir kin, nasıl bir öfkeydi ki bu, bir şehrin, bir yaşama tarzının ve bir idealin sembolü haline gelmiş bir şâhesere bile kıyabiliyordu!
Savaşın dehşeti, gecenin ilerlemiş bir saatinde âdeta şok etkisi uyandıran o görüntüyle zihnimize kazılmıştı, ama asıl büyük şoku dönüşte Mostar’ı gündüz gözüyle görünce yaşayacaktık.
Ertesi sabah erkenden Koniç’e geçmiş, daha sonra Zenica, Tuzla ve Travnik’i ziyaret etmiştik. Kafilede tek ciddi kavganın Saraybosna’ya geçiş kavgası olduğunu hatırlıyorum. Herkes gönüllüydü, fakat sürekli Sırp ateşine maruz kalan İgman Dağı’ndan geçişinin büyük bir tehlike arz ettiği ve Saraybosna’ya tek geçiş yolu olan tüneldeki trafiği aksatacağı gerekçesiyle yirmi kişiden fazlasına izin yoktu. Aramızdan kur’a ile seçtiğimiz yirmi kişi İgman Dağı’ndaki tünelden Saraybosna’ya geçmiş, “Bilge Kral” Aliya İzzetbegoviç ve çeşitli toplum kesimlerinin temsilcileriyle görüşmüşlerdi.
***
Türk Birliği’nin görev yaptığı Zenica şehrini ziyaret edip gerekli görüşmeleri yaptıktan sonra Tuzla’ya doğru yol çıkmıştık. Hava yağmurluydu. Hiçbir anını unutmadığım bu gece yolculuğunda, ana yollar ateş altında olduğu için keçiyolunu andıran daracık, insanın tüylerini diken diken eden uçurumların bulunduğu bir dağ yolunu kullanmak zorundaydık. Otobüslerimiz döne döne tırmanıyor, istihkâm köprülerinden geçiyor, keskin virajlar alıyordu. O gece Tuzla’ya kazasız belâsız nasıl varabilmiştik? Hâlâ hayret ederim.
20 Ağustos 1995 sabahı, Tuzla’da küçük bir meydanda, mütevazı bir abidenin başında toplandık. 25 Mayıs 1995 günü, yani bizim Bosna’ya varışımızdan üç ay kadar önce bu meydana düşen bir havan mermisi çoğu genç kızlı erkekli 71 kişinin canını almıştı. Katolik, Müslüman, evli, nişanlı... Bu gençlerden 60’ı, aileleri hayattaki beraberliklerinin öldükten sonra da devam etmesini istediği için bir parkta yan yana toprağa verilmişlerdi. Her gün çiçeklerle bezenen mezarlarının toprakları hâlâ tazeydi. Gözyaşı döken anneler, babalar, eşler, nişanlılar ve sevgililerle tanışmış, onlarla birlikte ağlamıştık.
Mostar Köprüsü’nü ilk defa bu halde görme talihsizliğine uğramıştım.
Kafile, Tuzla’da ikiye ayrılmıştı; bir grup Çeriç kasabasındaki cepheyi, bir grup da Tuzla Havaalanı’nda, Srebrenista’dan gelen Boşnakların barındırıldığı mülteci kampını ziyaret edecekti. Ben mülteci kampını tercih edenlerdendim. Günlerdir yağan yağmurun bir çamur deryasına dönüştürdüğü kampı gördükten sonra savaşın dehşetini asıl mânâsında hissettiğimi söyleyebilirim. Sekiz bin kadar yaşlının, sakatın, kadın ve çocukların derme çatma çadırlarda barındığı bir kamptı bu. Birleşmiş Milletler’in bir gün idare etsinler diye kişi başına verdiği yiyecek paketlerinin bir kişiyi değil üç öğün, bir öğün bile doyurmadığını ve bu paketlerin son kullanma tarihinin 1969 olduğunu söylemişlerdi. Yalınayak dolaşan çocuklar, inleyen hastalar, isyan duygularıyla feryat eden kadınlar ve çekim yapan televizyon ekiplerini çevrelerinden uzaklaştırmaya çalışan aç ve çıplak, fakat mağrur insanlar...
O gün o kadar farklı duyguları aynı anda yaşamıştım ki, anlatamam. Hüzün, suçluluk duygusu, merhamet, öfke, isyan, yılgınlık, ümitsizlik... Aynı sahnelerin günümüzde de birçok ülkede yaşanmakta olduğunu düşündükçe insanlığın geleceğine dair ümitlerim azalıyor.
***
Seyahatin ilk gününde, gece yarısı bir saat kadar kalabildiğimiz Mostar’ı dönüşte gündüz gözüyle de görmüş ve dehşete düşmüştük. Hırvatlar ve Sırplar tarafından öylesine bombalanmıştı ki, tasvirine kelimeler kifâyet etmez. Savaşın zehirli soluğu, şehrin Müslüman bölgelerini kasıp kavurmuştu. Tahrip edilmemiş tek bir kamu binası, isabet almamış tek bir cami yoktu. Doğrudan doğruya Mostar’ın kültürel kimliğini hedef aldıkları, sadece bir millete değil, bir tarihe savaş açtıkları anlaşılıyordu.
Boşnak bir anne-babayla kaybettikleri çocuklarının mezarı başında.
Kafileden koparak Ressam Erol Akyavaş’la birlikte gezip fotoğraf çektiğimiz Mostar’da son uğradığımız yer Turkish House’dı. Restore edilerek müze haline getirilen bu tipik Türk evinin çatısı tam selamlık dairesine isabet eden yerinden bir havan mermisiyle delinmiş ve darbenin şiddetinden neredeyse evin bütün sıvaları dökülmüştü. Görevli yaşlı kadın şehre kalabalık bir Türk kafilesinin geldiğini öğrenmiş olmalı ki bizi büyük bir sevgiyle karşıladı. Eşyaların gelişigüzel toparlanıp üstüste yığıldığı odaları gezdirdikten sonra, Mostar adlı çok güzel basılmış bir kitaba birlikte bakmak için ısrar etmeye başladı. Ama nasıl bir ısrar... Vaktimiz çok azdı. Fakat dayanamadık. Özellikle Mostar Köprüsü’nün fotoğraflarını bebek sever gibi öyle bir okşayışı vardı ki, gözlerindeki acı parıltılar hâlâ gözlerimin önünde!
Saraybosna’da işte bunları anlattım.
“Utanıyorum, o hâlde varım!”
Erol Akyavaş, Mostar’da bombalanmış bir tarihi eserin
fotoğraflını çekmeye hazırlanıyor.
Seyahat boyunca gözyaşlarını hiç tutamayan rahmetli Erol Akyavaş’ın kafasında yeni bir sergi projesi şekillenmiş ve serginin adı dönüşte Mostar’ı gezerken doğmuştu: “Utanıyorum, O Hâlde Varım”. Döndükten bir yıl kadar sonra Rusya’dan Europa Festival çerçevesinde bir sergi açmak üzere davet alınca bu projesini teklif etti. Proje kabul edilmiş ve Akyavaş, kafasında bir yıldır şekillendirdiği enstalasyonu kısa sürede bitirerek St. Petesburg’a uçmuştu.
Eser 24 Mayıs-5 Haziran 1996 tarihleri arasında Beloleski Sarayı’nda, 7-21 Haziran tarihleri arasında İstanbul’da sergilendikten sonra Avrupa’nın önemli merkezlerini dolaşacak, son olarak Saraybosna’da, yani asrın en büyük dramlarından birinin yaşandığı şehirde, bu dramı bizzat yaşamış insanların dikkatine sunulacaktı. Sergiler bittikten sonra Harp Suçluları Mahkemesi koleksiyonuna devredilmesi düşünülen bu fotoğraflı enstalasyon, iki panodan oluşuyordu; en önemli özelliği, panoların ortalarında isteyen herkesin Bosna’da yaşanan insanlık dramı hakkındaki düşüncelerini yazabilecekleri şeffaf kâğıtların bulunmasıydı.
Sergi St. Petersburg’daki Beloleski Sarayı’nda 24 Mayıs’ta açıldı açılmasına, fakat açılışla kaldı. Çünkü ertesi gün saraya giden sanatçı kapalı kapılarla karşılaşmıştı. Gerekçe komikti: Yeterli eleman yok! Yani aslında sergi açıktı, ama görmek isteyenler Kültür Bakanlığı’na dilekçeyle müracaat etmek zorundaydılar.
Ruslar, Bosna dramının işlendiği bir sanat eserine iki saat tahammül edebilmişlerdi.