‘Kapalıçarşı kapalı kutu’
İstanbul’u mekân olarak kullanan yabancı yönetmenlerin Kapalıçarşı’ya -çatısından labirent gibi birbirine açılan dar sokaklarına kadar- özel bir ilgi gösterdikleri dikkatinizden kaçmamıştır. Bu filmleri seyreden Türk seyircileri, eminim, yılların ihmali yüzünden bu güzelim çarşının çatısında oluşan görüntü kirliliğinden çok rahatsız olmuşlardır. Çatısında kaçıp kovalamaca sahnelerinin çekilmesine izin verilerek dünyanın en güzel mekânlarından biri olan Kapalıçarşı’nın imajı maalesef kirletilmiştir. Şu sıralarda çatılardan başlayan restorasyon faaliyeti, sadece Kapalıçarşı’nın ömrünü uzatmak için değil, bu görüntü kirliğini gidermeye ve bozulan imajı düzetmeye yönelik olsa gerek.
***
Fatih’in yaptırdığı Cevahir ve Sandal Bedestenleriyle başlayıp daha sonraki yüzyıllarda eklenen çarşılarla bugünkü karmaşık yapısına kavuşan Kapalıçarşı gerçekten büyüleyici bir mekândır; büyüklüğü, lâbirente benzeyen sokakları, renkli, hareketli, cıvıl cıvıl atmosferiyle asırlar boyunca büyük bir merak konusu olmuş ve oryantalistlerin muhayyilesini sürekli tahrik etmiştir. İstanbul’a yolu düşen yabancı yazar ve ressamlar, Kapalıçarşı izlenimlerini kendi sanatlarının diliyle anlatıp durmuşlardır. Şaşırtıcı olan, Türk edebiyatının Kapalıçarşı’ya kapalı oluşudur. Evliya Çelebi’nin anlattıkları olmasa, eskilerin bu çarşıyı gözlerini kapadıklarını düşünebilirdim.
Modern edebiyatımız da Kapalıçarşı fakiridir. Ahmet Rasim’in bir eserinde Kalpakçılar Caddesi’nin uzun uzun tasvir edildiği bir bölümü hatırlıyorum. Peyami Safa’nın Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nda romanın kahramanı Ferid, hayatında önemli bir kırılma noktası teşkil eden krizi Kapalıçarşı’da geçirir. Kemal Tahir’in Yol Ayrımı’nda ise Kapalıçarşı’ya 1930 yılında gazeteci Murat ve arkadaşı Selim’le birlikte gireriz. Bu romanda “İstanbul Bedestanı’nda, çok uzun zamandan beri, ele geçen her şey gelişigüzel içine atılmış bir mahzenin karışıklığı, loş görüntüsü, küflü rutubeti vardı” cümlesiyle başlayan ve tam üç sayfa süren tasvir, edebiyatımızda Kapalıçarşı üzerine yazılmış en güzel metinlerden biridir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanının kahramanı Mümtaz da Kapalıçarşı’yı İkinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği günlerde dolaşır. Tanpınar’ın tasvirinde de -Kemal Tahir’de olduğu gibi- birbiri ardınca yaşanan savaşların yarattığı ekonomik çöküntü açıkça hissedilmektedir. Bu, bir zamanlar imparatorluğun âdeta bütün zenginliklerini teşhir ederek şaşkın Frenk gezginlerini hayranlıktan dilsiz kılan Kapalıçarşı değil, gelinlik kızların sandık odalarını hatırlatan fakir, tenha, modernlik hevesiyle ihmal edilmiş, hatta gözden çıkarılmış, birbirinin içine girmiş loş ve rutubetli sokaklarıyla biraz da ürkütücü bir mekândır. Bununla beraber güneş gibi, batarken de muhteşem görünen bir imparatorluğun yadigârıdır ve her an gizli kapılarından birini açarak benzersiz zenginliklerini teşhir edebilir.
***
Orhan Veli ve Sezai Karakoç’un “Kapalıçarşı” şiirlerini saymazsanız, modern Türk şiiri bu çarşının yolunu bilmez. “Kapalıçarşı” şiirinde 1940’ların Kapalıçarşı’sını bulduğumuz Orhan Veli’ye ilk bakışta “Hürriyette gelin olacaktı, yaşasaydı” dediği ablasının sandık odasını, telini duvağını hatırlatan bu çarşı, bakmasını bilmeyenler için bir kapalı kutudur: “Kapalıçarşı deyip de geçme / Kapalıçarşı / Kapalı kutu.”
Behçet Necatigil de, muhtemelen şiirinin kapalı dünyasını ifade eden bir mecaz olarak ilk şiir kitabına Kapalı Çarşı (1945) ismini vermiş. İkinci Yenicilerden Ece Ayhan’ınki ise çarpılmış bir Kapalıçarşı’dır: “Çapalı Karşı”. Ece Ayhan’ın kendisi gibi İkinci Yeni’nin belli başlı şairlerinden sayılan Edip Cansever’i orta seviyede bir şair saydığı ve şiire katkısından söz ederken ailesinin Kapalıçarşı’da bir dükkânı bulunduğunu ima ederek ondan “çarşı esnafı” diye söz ettiği bir yazısı vardır. Edip Cansever’in Kapalıçarşı’yı anlattığı bir yazısında ilk dükkânının Cevahir Bedesteni’nde, ikincisinin Sandal Bedesteni’nde olduğunu söyler. Cansever, otuz yılını geçirdiği bu çarşının tarihiyle, kapılarıyla, kubbeleriyle vb. hiç ilgilenmediğini itiraf eder ve şiirinde “bu koca labirent için” tek imge bile kuramadığını söyler.
İkinci Yeni’nin en önemli isimlerinden biri olan Sezai Karakoç ise Orhan Veli’nin dışarıdan bakıp kapalı gördüğü kutunun içine girmeyi deneyecektir. “Kapalıçarşı içinde kapalı rüya çarşıları” mısraı bu çarşının sınırlarını sonsuzluk ölçeğinde genişleterek onu kapalı bir mekân olmaktan kurtarır, kalıcı ve değişmez değerlerin sembolü yapar.
1980 sonrası şiir, hikâye ve romanında Kapalıçarşı var mı, bilmiyorum. Bunun için herhalde ayrı bir çalışma yapılması gerekir.