Türk’ün davası neydi?
Neden kimlik Müslümanların yaşadığı her yerde bir mesele? Neden Müslümanlar kuşkulu, endişeli ve zihnî bir karmaşanın içindeler?
Bugün Müslüman zihninin -toprakları gibi- parçalı olmasının nedeni zannedilenin aksine teknik bir eksiklikten, yetersizlikten kaynaklanmıyor. Müslümanların meselesi, Batı medeniyetinin karşısında geri duruşlarına -kalış değil- neden olan hakikatlerini kaybetmeleri ve kaybedileni bulmak için de yanlış şeylerin peşinde koşmaları.
***
Türkiye’nin en önemli meselesi kuşkusuz kimlik meselesi. Bu, önümüze “mesele” diye konulan hemen her meselenin kaynağı aynı zamanda. Kimlik meselemiz yüzyıllarca -neredeyse- kesintisiz devam eden yenilgilerin sonunda tezahür etti.
Osmanlılar döneminde, Osmanlılardan çok önce başlatılan dünyanın Batı cephesine, Hristiyan dünyaya yönelik gazâ seferleri bir yerde kesintiye uğramıştı. Gazâ için çıkılan seferlerin bir vakte kadar hep başarılı olması, bir yerden sonra da başarısızlıkla sonuçlanması seferlerin gerekçesi olan dine ve dinle birlikte her şeye bakışı da etkilemişti. Din bir vakitler “başarının”, sonra “geri kalmışlığın” nedeni gibi görülür olmuştu. Asırlarca süren Batı’ya ilerleyiş durmuş, ardından geriye dönüş başlamıştı. Ancak geriye dönüş sadece sahip olunan topraklardan olmamıştı.
Bu süreci tersine döndüren ilk büyük hadise, 1571’de gerçekleşmiş olan İnebahtı (Lepanto) Deniz Savaşı’dır. Savaşta büyük bir Osmanlı donanması yakılmıştı. O vakte kadar “durdurulamaz” diye kabul edilen Türk baskısı ilk kez büyük bir savaşta darbe almıştı.
İnebahtı, Batı dünyasında bir miladı işaret eder. Asırlar boyu kendi halklarına kurtuluş umudu sunmaya çalışan ve bunu asırlar boyu hiç yapamayan Katolik Kilisesi ilk defa sahici bir zaferle geleceklerinden, Türk korkusundan uzak bir hayatı tesis etmek için bir umut temin etmişti. Umut, ölümcül bir korkunun def’i için ilk kez kendini göstermişti.
İşte Hristiyan Batılılar, Akdeniz’deki İnebahtı Savaşı’nda Türk’le karşı karşıya gelme korkusunun ilk defa aşılabileceğini düşündürten bir netice almışlardı. Her şeylerine sinmiş köklü bir korku, yerini ilk defa bir umuda bırakmıştı.
İnebahtı Deniz Savaşı’yla elde edilenin manası Hristiyan dünya için çok büyüktür. Çünkü İnebahtı, korkuyla içe kapanan, kendi anlamını sorgulayan, maruz kaldığına göre vaziyet alan dünyanın ihtiyacı olan bir neticeyi doğurmuştu. İnebahtı’da donanmamızın yakılması “büyük korku olan Türklüğün” durdurulabilir bir güç olduğunu fark ettiren bir “başarıydı.”
Bu tarihten sonra gelen İkinci Viyana Kuşatmasıyla, akabinde Budapeşte’nin ve Belgrad’a kadarki alanın kaybı Hristiyan dünyanın Türk’e bakışını tümden değiştirmişti. Korkulan ve konuşulamayan -uzlaşılamayan- Türk gitmiş, yerini hesabı görülmesi gereken Türk almıştı.
Viyana kuşatması Batılılar tarafından Türk korkusunun son kez hissedildiği bir hamleydi ancak kuşatmada başarılı olunamamıştı. Bu başarısızlık Müslüman tasavvurun Batı’ya ilerleyişinin de kesintiye uğraması anlamına geliyordu.
***
Kimlik meselemizin geçmişi siyasal olarak -ve elbette düşünce olarak da- zaaf gösterdiğimiz zamanlara kadar uzanır. Yenilgilerle gelen, sonra yenilen tarafın etki alanına giren dünyamız kendine yabancılaşmaya böyle başladı. Yani, en başında olan şey, Allah için yapılan ve sonuç alınan gazâ hareketinin akamete uğramasıyla ilk önce şaşkınlığın yaşanması, sonra sahip olunan değerlerle hesaplaşmaya girişilmiş olması…
Ancak bu, eski zamanlarda olan biten bir şey değil. Biz bugün hâlâ bu hal üzereyiz. Hâlâ tüm anlamlarıyla yaşanmış bir yenilginin sonuçları itibariyle bir zihnî karışıklık ve ketum bir sessizlik içindeyiz. Bizi düşmana sırt dönüp birbirimize düşüren süreç hâlâ devam ediyor.