Nural Anne beni yıkar mısın?
Hangi hayatlar tahsil edilir o binalarda? Hangi hayatları mezun eder o yapılar? Birbirine yapıştırarak tek bir kader haline getirmeye çalıştığımız bu kaderleri, bu denli elde tutulamaz ve kaygan hale getiren nedir? Dışarıdaki hayat son derece güvenilmez ve bilinemezdir o binaların sakinlerince. Geçtikleri kapılar öğretilmemiştir onlara. Hangi kapı nereye açılır bilemezler. Bu kapılar ancak ve ancak bir annenin ya da babanın bildiği ve öğretebileceği kapılardır. Sadece babaya duyulan güvenin, anne sütünün ve türküsünün içinde saklı olan duyguların bilebileceği ve açabileceği kapılar…
Bu satırlar bendenizden. Hikâye, kader arkadaşım, dostum Hüsnü Güneş’ten.
“Ürgüp Çocuk Yuvası’na zaman zaman bir hanım gelirdi. Çok güzel, uzun boylu. Çok uzaklardan gelirdi, İstanbul’dan. Bütün artistler orada yaşardı, bize öyle söylerdi. Cüneyt Arkın’ı da tanıyordu, Türkan Şoray’ı da Filiz Akın’ı da. Nural Anne senin boyun ne kadar uzun, derdik. O da bize; basketbol oynarsanız, ağaçlardan tutup sallanırsanız sizin de boyunuz benim gibi uzun olur, derdi. Hepimizi kucağına alır, kendi çocuklarıymışız gibi severdi bizi. Kimimiz ona Nural Anne derdik, kimimiz Nural Teyze.
Onu ilk tanıdığımda sekiz dokuz yaşlarındaydım. İstanbul’da avukatlık yapıyordu. Hepimiz okuyup avukat olmak isterdik. Ürgüp’e geldiğinde Büyük Otel’de kalırdı. Ürgüp’e gelen televizyon yıldızlarının kaldığı ve bizim Cüneyt Arkın’ı görmeye gittiğimiz için yurdun nöbetçi hocası Horoz’dan dayak yememize neden, ilçenin en güzel oteli. Yuvaya her ziyarete geldiğinde bize güzel hediyeler getirirdi; çantalar, renkli kalemler, silgiler, defterler, çikolatalar, gofretler… Her yıl mutlaka gelirdi. Yine yuvaya ziyarete geldiği bir günde herkesin elinde hediyeler, ortalık curcuna fakat bütün bu curcunanın dışında yalnız bir çocuk, Kemal… Bir köşede oturmuş, sessizce etrafa bakınıyor. Nural Hanım fark etti, oturduğu sandalyeden kalkarak yanına gitti, yavrum sen neden böyle oturuyorsun, bak birçok hediye getirdim, beğendiğin bir şey yok mu içinde, dedi. Kemal hâlâ sessizce Nural Hanım’a bakıyor. Nural Hanım Kemal’i kucağına aldı ve olabilecek en şefkatli bakışlarıyla, yavrucuğum bunları beğenmediysen ben sana istediğin başka bir şey alayım; ne istersin söyle anneciğine, dedi. Kemal ise Nural Hanım’a bakarak, Nural Anne beni yıkar mısın? deyince, Nural Hanım neye uğradığını şaşırdı ve o koskoca kadın hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ama ne ağlamak…”
Nural Hanım’la ben de tanıştım. Hüsnü Güneş’in anlattığı güzellikte ve incelikte bir kadın.
Hikâyenin üzerinden otuz küsur yıl geçmiş olsa da Nural Hanım’ın sözleri o ilk günün heyecanını taşıyor: “İnanın hâlâ Kemal’i düşünürüm, şimdi ne yapar, nerelerdedir der, hüzne dalarım.”
Hikâyenin devamını Nural Hanım’dan dinledim.
“Beni yıkar mısın?” isteğinden sonra iki gözü iki çeşme otele gider Nural Hanım. Yıllardır otelin müdürlüğünü yapan, Kadir İnanır’la Türkan Şoray’ın Dila Hanım filminde, Dila Hanım’ın öldürülen kocası rolünde kırmızı saçları, kırmızı sakalı ile sedyede yatan adamı oynadığı için adı artiz Saffet’e çıkan Saffet’le karşılaşır. Uzun süredir Nural Hanım’ı tanıyan ve samimiyeti olan anasının gözü Saffet, Nural Hanım’ı iki gözü iki çeşme ağlar halde görünce, koşarak: “Abla! Abla ne oldu?” diye sorar. Nural Hanım da olayı olduğu gibi anlatınca Saffet, hemen ellerini yana açarak: “Nural Abla, n’olur, beni de yıkar mısın?” der ve başlar gülmeye.