Melâli anlamak
Havada bulut yok bu ne dumandır/ mahlede ölüm yok bu ne figandır
Ahmet Haşim, “Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz” diyor. Melâli yaşamak değil, anlamak. Ne derin bir cümledir bu...
Vicdanı ve sızlayan bir kalbi olanların bu çağda, bu yaşananlara hüzünlenmemesi yeryüzündeki en büyük günahtır belki de…
Her hüzün kelimesini duyduğumda içimi kaplayan duygu budur.
Hüznü aslında ne keder, ne üzüntü, ne de başka bir şey karşılar.
Bazı insanların, bazı şehirlerin üzerinde bir alamet gibi taşıdığı özel bir duygudur o.
***
Hüzün elbisesiyle uçar kuşlar. Kanatlarında çocuk, kanatlarında gariplerin hüznü.
Can olur düşer gözlerimizin içine, ıslanır yüreğimiz kardelen çiçeklerinden akan gözyaşlarıyla. Garipler ülkesidir kalbim, güneşler açar, her kopuşun, her düşüşün muhabbetiyle sarar içimizi.
Gönlümüzün üzerinde büyüdüğü topraktır o, gönlümüzün anasıdır hüzün.
Gelincik çiçeklerinin rüzgâra yaslanmış ellerinden yüreğimize sürülen, kuşların kanatlarından gönlümüze dokunandır hüzün. Sevgilinin gurbete düşen yüzüdür. Gecenin kalbini yoklayan bir ses, göklerden boşanan bir rüya, gönle düşen ateş.
Gurbete okumaya giden Anadolu çocuklarının gözlerinde gördüğümüz odur.
“Acep şu yerde varm’ola şöyle garip bencileyin” diyen Yunus’a yakışan da odur.
Ela gözlü bir dilbere sevdanın hüznü yakar kimi zaman şairimizi, kimi zaman “ey sevgili” diye seslenen şairin dünya sürgünündeki hüznü sarıverir içimizi.
Kimi zaman güz olur sarı yapraklarla üzerimize düşer teker teker.
Sarar sarmalar, şefkatle üstümüzü örter. Gök düşer içimize.
Suların şarkısıdır, cennetin yüreğimize sürdüğü renktir o. Irmaklarda yunan, yundukça arınan.
***
Bir Yakup şikayetidir hüzün Rabbe arz edilen. Toprakta havalanan bir bozlak.
Sidretü’l münteha’da kalbimiz hüzün,
Şiirimiz hüzün,
Türkümüz hüzün…