Hayatın anlamı
Nepal’deyim. Orada herkes Tanrı’yı, Buddha’yı ve hayatın anlamını arıyor, bekliyor. Nasip olacak ya, ben de Katmandu’da hayatın anlamını arayan bir adamla tanıştım. Üstelik bir Türk. İşte hikâyesi: Hali vakti yerinde, hem de epey yerinde bir adam. Görmüş, geçirmiş, yaşanabilecek iyi, kötü, güzel, çirkin pek çok şeyi yaşamış. Yaşamış yaşamasına da koşuşturmaca içerisinde dönüp kendine, kendi içine bakmaya fırsat bulamamış hiç. Yaş kemale ermeye başladığında fark etmiş bunu ve içinde bir boşluk hissetmiş. Zihninde kıvranan bir soruyla besleniyormuş bu boşluk: Hayatın anlamı ne?
- Hayatın bir anlamı olmalı, diye düşünmüş,
- Ve doldurmalı içimde her geçen gün biraz daha büyüyen bu boşluğu... Öyle sıradan bir sorun, gelip geçici bir sıkıntı değilmiş yaşadığı. Ciddi ciddi hayatı kararmaya başlamış; yemeden içmeden kesilmiş, uykuları kaçmış. Çaresiz, işi gücü bırakıp hayatın anlamını aramaya koyulmuş.
Henüz arzı endam etmediğinden Google’a sormak, sosyal paylaşım sitelerindeki, forumlardaki sanal dostlardan, dijital bilgelerden yardım istemek için çok erkenmiş.
Daha somut, daha elle tutulur gözle görülür bir arayışa girmekten başka çare yokmuş. O da girmiş. En derin hocalardan, en entel kafelere çalmadık kapı, sormadık adam bırakmamış: Hayatın anlamı ne?
Hiç kimseyi es geçmemiş, can kulağıyla dinlemiş herkesi. Mahalle kahvelerinde okey arası memleket kurtaranlardan, akademisyenlere, yazar-çizer, entel-dantel, büyük-küçük herkesle konuşmuş. Gecenin nöbetçi feylesoflarıyla sabahlamış pek çok defa. Önerilen her kitabı, her makaleyi didik didik incelemiş. Hiçbir düşünceyi, hiçbir tezi göz ardı etmemiş. Neyse uzatmayalım, yılmamış, usanmamış, insanüstü bir çabayla okumuş, okumuş, okumuş... Dinlemiş, dinlemiş, dinlemiş... Asla umutsuzluğa kapılmadan sabırla, sebatla sürdürmüş arayışını.
Hey haaat! Hiçbir cevap zihnini kemiren soruya karşılık gelmiyormuş, hiçbir açıklama doldurmaya yetmiyormuş içindeki boşluğu. Zaman zaman ikna olur gibi oluyormuş. Oluyormuş ama gibi olmakla yetinmeye pek niyeti yokmuş adamımızın. Kendisini adamakıllı tatmin edecek, zihninin, kalbinin bila kaydü şart teslim olacağı cevabı bulmakta kararlıymış.
Son bir gayretle Çorlulu’yu, İlesam’ı da aradan çıkarttıktan sonra bakmış olacak gibi değil, satmış, savmış, dökülmüş yollara...
Hayatın anlamını bulana kadar, artık yol nereye, o oraya...
Ortadoğu, Avrupa, Amerika derken Bering Boğazı’ndan Rusya’ya, oradan Çin’e geçmiş. Geleneksel Çin tıbbının imkânlarıyla kafasındaki sorudan, içindeki boşluktan kurtulmayı denemek aklına geldiyse de, bu fikrin yorgunluktan kendisine yaptığı bir şaka olarak kalmasının daha akıllıca olacağına kanaat getirip devam etmiş yoluna.
Neyse uzatmayalım, Hindistan, Bangladeş, Birmanya, Malezya, Nepal bütün uzak Asya’yı dolaşmış; Hindu, Budist, Jainist, Sih artık kimi bulduysa sormuş, “Yeniden Bedenlenme”, “Karma Yasası” ne var ne yok öğrenmiş.
Sanskritçeyi bile sökmüş biraz biraz, anlatılanları daha iyi, daha derinlemesine anlayabilmek için... Fakat nafile... Ne yazık ki sorusuna cevap, derdine deva bulamamış.
Gelmişken bir de Ganj nehrinde yıkanıp döneyim bari derken bir kalabalık görmüş meydanda. Bakmış bir cenaze merasimi. Adamı yumuşlar, yıkamışlar koymuşlar odunların arasına, yakacaklar. Son bir umutla,
- Ey ahali
Demiş, kalabalığa,
- Hayatın anlamını arıyorum, aranızda bilen var mı? Ya da bileni bilen var mı?
Himalayalar’da bir mağarada yaşlı bir bilgenin yaşadığını, bütün soruların cevabının onda olduğunu, hayatın anlamının ne olduğunu da bilse bilse bu bilgenin bilebileceğini söylemişler.
Koordinatlarını da vermelerini istemiş mağaranın ama,
- Valla,
Demişler adamlar,
- Onu biz de bilmiyoruz, arayıp bulacaksın...
Kalabalık mevtayı yakıp küllerini Ganj’a savururken bizimkisi çaresiz tekrar düşmüş yola.
Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, o dağ senin, bu tepe benim bütün Himalayalar’ı dolaşmış... Neyse uzatmayalım, ya da bırakalım rahat rahat uzasın... Sonunda harap ve bitap düşmüş bir vaziyette bulmuş tarif edilen mağarayı. Bakmış yaşlı bilge orada bağdaş kurmuş yoga yapıyor. Yüzündeki dingin ifade tamamlıyor asil duruşunu. Mağaranın içine sızan ışık huzmesinin altında daha bir anlamlı, daha bir bütün soruların cevabını biliyor duruşu oluyor bu... Yaşlı bilgenin yogasını bitirip aramıza dönmesi için üç-beş saat daha beklemesi gerekmiş adamımızın. Nihayet gözlerini açıp adamımızı fark edince,
- Buyur evladım,
Demiş yaşlı bilge,
- Derdin nedir?
- Üstad,
Demiş adamımız,
- Bütün soruların cevabını bildiğini söylüyorlar,
“Evet” der gibi başını eğmiş yaşlı bilge, belli belirsiz.
- Benim de bir sorum var...
Diye sürdürmüş sözünü adamımız.
- O kolay evlat, başka derdin olmasın.
- Yıllardır heba oldum bu sorunun cevabı için. Söyle bana, hayatın anlamı nedir?
- Hayat...
Demiş yaşlı bilge, bakışları ışık huzmesinin içinde kaybolurken,
- Hayat bir ağaçtır evladım...
Büyük, derin hatta biraz da geniş bir dinginlikle... Ve gözlerini yeniden kapatmış...
- Neeee!
Demiş bizimkisi
- Nası yani! Hepsi bu mu? Bunu duymak için miydi bütün bu çile, bunca harap ve bitap düştükten sonra sadece ve sadece bunu mu duyacaktım? Söyleyebileceklerinin hepsi bu kadar mı?
Demiş ve ardından kısa bir sessizlik...
Mağara tam eski sükûnetine bürünecekmiş ki adamımız açmış ağzını, yummuş gözünü.
Saymış, sövmüş;
- Senin,
Demiş
- Hayatının da, ağacının da...
Savurmuş en balta girmemiş, gün yüzü görmemiş küfürlerini dinginliğine dinginliğine yaşlı bilgenin. Hayatı boyunca hiç böyle bir tepkiyle karşılaşmamış olan yaşlı bilge fal taşı gibi açmış gözlerini. Bunca yıllık ömründe hiç böyle sarsılmamış, hiç böyle allak bullak olmamış.
- Tüüüü, ulan yoksa değil miydi? Diyebilmiş sadece, elini alnına vururken...