Ha Kanada ha ping pong topu
Bugün birazcık Kanada’yı (Vancouver) anlatmak istiyorum.
Çok memleketler gördüm, Kanada kadar güzelini görmedim. 30 milyon nüfus, Türkiye’nin 10 katı büyüklüğünde bir ülke. Doğayla iç içe. Neredeyse her adımda bir park var. Bir yanı dağ, öbür yanı okyanus. Yeşil ve mavi iç içe. Kütüphaneleri görülmeye değer. Kitaba ve sanata doyabileceğiniz mekânlar yaratmışlar kütüphanenin içinde. Önlerinde bahçesi, oyun alanı ve havuzu olan müstakil evler şehrin tamamını kaplamış durumda. Şehir/şehirleri genel olarak çok temiz ve cafeleri çok güzel.
***
Şunu söylemeliyim: Orada insanlar yaşamayı ve hayatı adeta kutsallaştırmış. Refah düzeyleri yüksek. Genel olarak konuşmayı pek sevmiyorlar. Özellikle ‘din’ ve ‘politika’ söz konusu olunca hemen mevzuyu değiştirip “Onlar özel, mahrem alan” diyorlar. Belki cehaletten belki o rahat yaşamı bozmamak için bilmiyorum; acıyı, sömürüyü, çatışmaları da konuşmak istemiyorlar. Havanın güzelliğinden ve gündelik hayattan bahsedip duruyorlar.
Kanada’da sürprize fazla yer yok. Çünkü başbakandan evsizlere kadar hemen herkesin ertesi gün ne yapacağı belirlenmiş durumda. Kurallar cumhuriyeti adeta. Devrim yapmaya kalksalar kurallara uygun mu değil mi diye tartışabilirler. Özgürlükler ülkesinde deliler ve evsizler bile kurallara uyma konusunda hassaslar.
Vancouver’da kaldığım süre içinde en rahat ettiğim yer evsizlerin ve yoksulların yaşadığı mekânlardı. Şehirde genel olarak bir özgürlük havası var. Kimse kimseye karışmıyor. Sağda-solda, görünürde hiç polis yok. Gördüklerim de çok nezaketli. Devlet dairelerinde kuyrukta bekleyen insanlar yok.
Tabii Kanada dedikleri yer biraz Japonya, biraz Çin, biraz İtalya, biraz Meksika, biraz Fransa, biraz Afrika, daha çok da İngiltere ve Amerika. Bu saydığım halklar kendi gettolarını kurmuşlar.
“Bir ömür geçer mi?” derseniz bilemem tabii. Bence geçmez. Bir Neşet Ertaş yok orada.
***
Bir iki küçük anekdot…
Halk kütüphanesinin bahçesinde tanıştığım bir dilenci vardı. Arkadaş olduk. Her Cuma akşam üstü buluşur, sohbet ederdik. Ben ona Türkiye’yi o bana Kanada’yı anlatırdı. Bir Pazar günü şehir merkezinde (Downtown) gördüm bizim elemanı. Sarıldık, muhabbet ettik biraz. Ayrılmadan önce para vermek istedim, kabul etmedi. “Al al, lütfen” diye üstelesem de almadı. “Yoo, bugün çalışmıyorum!” dedi.
***
Müslüman olmuş bir Kanadalı vardı tanıştığım. Karşılaştıkça selam verirdim. Bir Cuma namazı çıkışı gördüm, yanına gittim selam verdim. Bir iki kelamdan sonra “Sen benimle İngilizce pratik yapmak için konuşuyorsun, onun için selam verdin değil mi? dedi. Vallahi toparlanamadım. Bi’süre kendime gelemedim. “Orada bir Neşet Ertaş yok” dediğim yer tam da burası. Adam Müslüman tamam, kardeş tamam. Cennete gidecek tamam. “Ama gönülden gönle bir yol var be kardeşim!” diyecektim, diyemedim.
***
Şimdiki dostumla yine halk kütüphanesinin bahçesinde tanıştım. Cömert, sempatik. Ortalama bir Kanadalının aksine konuşmaya meraklı bir arkadaş, dini mevzuları konuşmaya bayılıyor. Önce şaşırdım tabii. Misyoner olabileceğini düşündüm. Sonra arkadaş olduk, her mevzudan konuştuk. “Türkleri çok seviyorum, Muhammed’e inanıyorum” diye söze başlar her seferinde. “Niçin inanıyorsun?” derim, “Çok doğru şeyler söylüyor” der her seferinde. Bir gün muhabbetin bir yerinde “18. Yüzyılda Hindistan’da yaşayan bir Yusuf peygamber var ona da çok inanıyorum” dedi. Düzeltsem mi düzeltmesem mi diye düşündüm önce. “Yok yok” dedim sonra: “O sahte peygamberdir!…” Bir iki kelam daha ettim. Hiç ikilemedi. “Yapma ya” dedi ve devam etti: “Hiç öyle düşünmemiştim, sana inanıyorum.” Gezegenlerde canlı olduğuna da inanıyor. Bir gün denize doğru döndü, “Biraz ibadet edebilir miyim?” diye izin istedi. Açtı avuçlarını 20-25 dakika kadar gökyüzüne… Sonra geldi yanıma. “Güzeldi” dedi. Anladım, bizimki denize de inanıyordu!
***
Hiç kimsenin hiçbir şeye doğru dürüst inanmadığı bir dünyada önüne ne gelirse inanıyordu dostum. Hatırladıkça tebessüm eder, özlerim. Bayramınızı tebrik ederim.