Bütün bedenler ve fikirler sadece bir oyuncu
Marketteyiz. Devasa bir ulusal markalı marketler zincirinde. Sabah saatleri olmasına rağmen içerisi kalabalık. Hepimizin tutup önümüze kattığımız alışveriş arabası. Herkes ihtiyacı olan reyonlara yöneliyor. Bazı alışveriş araçlarında çocuklar. Ebeveynlerlerin bazıları, alışverişi çocukla oyuna dönüştürüyor. Araba ilerleyince çocuk kahkahası marketi neşe alanına dönüştürüp markete sevinç deryası katıyor. Aile çocukla sohbet havasında. Reyondan haydi sen al onu diyerek çocuğa büyüme adımı attırıyor. Çocuk aldıklarını ayaklarının dibine bırakmanın büyük insan olma alkışını yapıyor. Bu durumlarda alışverişi yavaşlatıp yaşananlara, aileyi rahatsız etmeden, izlemeye dinlemeye takılıyorum. Çocuk fıtratın eseri. Allah’ın boyasıyla boyanmış nur. İnsan; çocuk sevdikçe insan erdeminin hissi ile besliyor kendini. Modern hayat adına temiz bırakılan o kadar az şey var ki ! Çocuk; kir pas tutmayan dünyanın en pak kendisi.
Ayrıca medeniyetimizin örnek insanı, Allah huzurunda dahi torunları omzuna çıkarken bir süre secdede kalıp çocuklara zarar gelmesinden imtina etmiştir.
Bizim uygarlığımız çocukların fıtrat eseri olup göz bebeği gibi korunması üzerine kurulu.
Maalesef sonradan kaba softa cehalet çocuğu elinin tersiyle dışladı. Çok çocuk yapmayı ibadet sayıp başıboşluğa ittiler çocuğu. Alışveriş bitince ödeme kasasına geliyoruz.
Her kasada ödeme sırasını bekleyen insanlar. İnsanların Alışveriş arabalarına doldurdukları insanın profiline dair bilgi veriyor. Et,süt ürünleri, baklagiller, sebze meyveler, temizlik ürünleri, abur cuburlar ...
Saadettin Ökten Hocam “İnsan yediğinin, içtiğinin, okuduğunun, seyrettiğinin, dinlediğinin birlikte olduğu arkadaşlarının eseridir.” diyor.
Kasadaki hanımefendi bir yandan aldıklarımın hesabını yaparken diğer yandan indirime giren bir markanın ürünlerini pazarlamaya çalışıyor. Hanım’ın gönlü olsun diye ordan bir ürün koymasını söylüyorum. Kasiyer Hanım ise pişkin bir şekilde “Bu ürünlerden biraz satış yapmam gerekiyor, biraz fazla alır mısınız?” deyince işte dünyanın hali diyorum kendi kendime. İhtiyaca binaen almak değil , üretileni tüketmeye itilen bir insan dünyası. Aynı durum çok satan kitaplar içinde geçerli. Oburlaştırılmaya itilen insanın iradesine sürekli tüketimin pompalandığı Wendel Wilkie’nin deyimiyle “sıradan insanların çağı” na itiliyoruz.
Beden gıdalarının alışverişi ile zihin gıdalarının besleyiciliği arasında bir paralellik de vardır.
Marketten çıkıyorum. Bir rahatlama.
Nefsin her şeyi alıp bana ver dediği bir imtihan yeri market. İnsan hayatını, mutfak mide arasına mahkum kılıyor. Eskiden yoksulduk, alamıyorduk. Bari şimdi istediğimi alayım intikamını tetikleyen inşalara dönüştürmeye de müsait bir yer marketler. Dünyayı kendimizden ibaret sanıp her şeye saldırma alma tüketme oburluğu ile sınanıyoruz. Reklamlar da içimizdeki günahı tetikliyor. İnsanın tüketim çılgınlığına direnme gücünü test ediyor reklam. Güçlü durmak kendi iradesiyle alıp vermeyi idare eden güçlü kişiliğe sahip insanlar.
Aldıklarımı eve taşıyorum. Ne kadar az alışveriş o kadar insanın dünya yükü hafif oluyor.
Şimdi de düşünce gıdalarını almaya geliyor zaman.
Alınması gereken kitap, dergi, müzik listesi epeydir birikmiş. Günümüz kitap
mağazalarında kültür sanata dair birçok ürün bulabiliyoruz.
Kitapçıda kitap reyonlarını dolaşıyorum. Bu reyonları kaç kez dolaştığımı bilmiyorum ancak hangi kitabın nerede olduğunu bilecek kadar dolaşmama rağmen nedense kitap reyonlarını dolaşmak bende sanki yeni dolaşıyormuşum gibi bir alışkanlığa dönüşmüş. Psikoloji, felsefe, anı, roman, hikaye, deneme, mizah.... reyonları. Olmadı yayınevlerine göre dizilmiş kitap reyonları. Çok satanlar rafında bir değişiklik var mı diye bakıyorum.
Müzik raflarına bakayım. Listeye yeni girenlere bakıyorum. Haydi birde dergi bölümüne bakayım diyorum . Edebiyat ve düşünce dergileri maalesef tüm kitapçılarda moda, aktüel, ekonomi dergilerinin alt rafına mahkum.
Kitapçıdayken gelenleri de gözlüyorum. Kimi yürüyüşünden emin hangi kitabı alacağını bilip doğrudan ona yöneliyor. Yürüyüşü yavaş ve kararsız olanlar da ne alsam ne okusam kararsızlığı içinde rafları dolaşıyor. Çocuklu ailelerin rafları daha zengin. Hem çocuğuna hem kendine kitap. Yüzü ciddi duranların ayakları onları kişisel gelişim bölümüne götürüyor. Hayattan yorulmuş, kafası dağınık hayat felsefesini esen rüzgara göre kuranların elleri en çok satanlar rafına uzanıyor. Öğlen iş molasında kitapçıya gelen şık ve güzel giyimli hanımlar beylerin ayakları ekonomi reyonuna götürüyor onları.
Hasılı herkes kendi mizacına, meşrebine, mezhebine ve uğraş alanına uygun kitap raflarına uzatıyor elini.
Ben ve benimle birlikte birkaç insan, elinde kitap listesiyle gelip alacağı kitapların listesini bilgisayardan bakan görevliye soruyor. Hangilerinin olduğunu oradan bakıp alıyoruz.
Üniversite yıllarımdan beri kitap, sinema, müzik ile iç içe olan bir hayatım var. Ne alacağımı; okuduklarım, izlediklerim, dinlediklerim, fikir alışverişi içinde olduğum çevrem belirliyor.
Market alışverişine benzer belli vitamin ağırlıklı ürün alanlar bedeni bir iki vitamine boğup hasta ettikleri gibi kitap alışverişinde de aynı durum geçerli. Tek tip okuma İle kendilerini tek kimlik ile başka doğrulara kapatan bir düşünce ve ruh hastalığı çıkıyor karşımıza.
Kimileri sadece Nazım Hikmet okuyup onunla kendine düşünce kimliği oluşturup sol kaldırımda nöbet tutarak ötekine benden uzak dur ben değişmem deyip kendi özgürlüğünü Nazım Hikmet’in yazdıkları üzerinden tek tipe tek düşünceye hapsediyor.
Kimi Necip Fazıl okuyup muhafazakar dindar kimliğin ipine sarılıp uzatılan zeytin dallarının hepsini kırarak tek düşüncenin militanı kesiliyor. Necip Fazıl’ın yazdıklarını yüzeysel bir slogana indirgeyip yüksek sesler korosunda başka seslere sağırlaştırıyor kendini.
Kimileri de Orhan Pamuk okuyup o okumalar üzerinden yerel değerlerini eskimişliğe, geri kalmışlığa yorarak küresel dünyanın insanı olmaya aday görüyor kendini. Yerelliği aşağılık kompleksi sayıp ruh hastalığından kurtulmanın ışığını Nobelli Orhan Pamuk okumaları rehberliğinde küresel dünyanın gönüllü kölesi olmaya kendi iradesini yok ederek razı hale getiriyor kendini.
Hasılı başlarını su seviyesinin üzerinde tutmaya çalışan, kendi kendisinin efendisi olmaya nutuk atan sıradan insanlar çağındayız.
La havle ile söze başlayıp kendi irademizin ortaya koyduğu fıtrat insanı olmaya kendimizi beslemeliyiz marketten kitapçıya giden yolda.