Ya dik dur ya da başkaları ayakta tutsun seni

Entelektüel, hakikate biat eden insandır. Ama bunun bir bedeli var: Yalnızlık! Lâkin elbette onurlu bir yalnızlık!.. Elif gibidir entelektüel/ insan, doğru ve sadece kendinden öncekine, Yaratan’a birleşir! Sonrası ona kalmış! Çünkü İbn-i Arabî’nin de belirttiği üzere Hakikat’i insan yine kendi varlığıyla ve hatta kendi varlığında bulur. Ama zordur, çok zor!.. İlkin kitaplarla, bilgilerle dolu bir ormana düşer. Büyük, sonsuz bir orman! Umberto Eco’nun anlatı ormanları gibi. Kitap kitabı, bilgi bilgiyi çağırır, ürer, çoğalır, sarar, şaşırtır… Tıpkı Hz. Ali’nin dediği gibi; “İlim bir noktaydı, cahiller onu çoğalttı.”  Bildikçe kayboluruz, ama aslında kayboldukça kendimizi buluruz, kendimizi buldukça kalabalıklardan sıyrılır, fazlalıkları atar, arınırız. Bilmek, yalnızlaştırır, bildikçe kendine çekilir insan. Çokluktan tekliğe doğru… Bilmek, teke varmak değil midir zaten? Tam da burada aklıma Turgut Uyar’ın “Münacat”ındaki şu  mısralar geldi: 

“biz bir aşk nedir biliriz seninle, biz biliriz 

ey kim varsa orda o tek olanın adına çekin kürekleri” 

Tek olanın adına ve tek başına! Çünkü ‘Tekliğin bilgisi’ne erişmek için önce zatının/ kendinin bilgisine ulaşmak gerek. Sanki Yunus da “Bir ben vardur bende benden içerü” derken, içimizdeki eliften, o kendinden önceki ezelî Varlık’a bağlı ‘ben’den söz ediyor olmasın. İşte Yunus’un “bende benden içerü olan ben” dediği özü keşfetmektir kendini bilmek. Bunu bildiğimizde Hz. Ali’nin ‘nokta’ diye adlandırdığı bilginin başlangıcına ve sonuna varırız. Ama bunun için tıpkı Hüsn ü Aşk’taki, Mantıku’t-Tayr’daki uzun ve çileli bir deneyimden, ‘çokluk yolculu’ğundan geçmek gerek.  

Entelektüelin işte böyle mistik bir bağlanışı, yolculuğu var ve tabii ki mistik bir yalnızlığı! Ah buraya nereden geldim ben? Marcus Aurelius’un “Düşünceler”ini (Çev. Hamiyet Ünal, Litera Yayıncılık, 2017) okuyordum. Kitapta “Ya dik dur ya da başkaları ayakta tutsun seni.” (s. 91) cümlesini okuyunca durdum. Aklımdan Edward Said’in “Entelektüel”i, Julien Benda’nın “Aydınların İhaneti”, Gramsci’nin ‘organik aydınlar’ı, Cemil Meriç, Tanpınar geçti… 

Aurelius’un bu kısacık cümlesi o kadar yakıcıydı ki! Özellikle başkaları tarafından ayakta tutulmak! Ah Türk aydını dedim, hiç kendi kendine ve dik olarak durmayı, o ‘mistik yalnızlık’ı seçmedin, tek kalmayı göze alamadın, kendi can mumunun şulesini yakıp önünü aydınlatmadın da kalabalıkların isli lâmbasının arkasından gittin, hep başkalarına dayandın, kalabalıklara sığındın, kalabalıkların emniyetli ve konforlu dairesine talip oldun, kendini onlara teslim ettin. Oysa kalabalıklar, otomatik ve kolektif hareket ederler, bu sebeple ferdi, kitlesel heyecan, mantık, duyuş ve düşünüş potasında eritirler. Bir bakıma ‘kesret’ ‘vahdet’i yutar. Bu durumda ferdin hakikati, kalabalıkların hakikatine tâbi olur. Çünkü kalabalık, ruhu ve gözü perdeler, tıpkı tasavvuftaki ‘kesret’ gibi… Sevgilinin zülfü, aydınlık yüzünü -hakikati- perdelemiyor, âşığın gönlünü çelmiyor mu? Alkış, bilme ve bulma cehdindeki insanın önüne çıkan en aldatıcı engel değil mi? 

Ben, bütün varlığın ve kâinatın insan tek’inde toplandığına inanıyorum. Tıpkı Şeyh Galip’in şu beytindeki gibi: 

“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen 

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” 

Ama maalesef Türk edebiyatçısı  genelde kendisinin/ zatının, varlığın gözbebeği ve âlemin özü olduğunu unutmuştur. Edebî eserlerin çoğunda devleti, milleti, kalabalıkları inşâ etme amacındadır. Kendini bilmeyi ve bulmayı değil toplumu ‘inşâ etme’yi hedefler. Onun için kendine ‘hoşça’ bakmaz, varlığın özü olarak insan teki’ni temaşa etmeyi değil de kalabalıklara, devlete dikmiştir gözünü. 

Şimdi tekrar hatırlayalım; “Ya dik dur ya da başkaları ayakta tutsun seni.”  

Hangisi?.. 

 

YORUMLAR (11)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
11 Yorum