Kur’an’da iyi insan, iyi toplum, iyi yönetim
Nisâ 4/128. ayetin metninde sulh kavramı üç kez tekrarlanmıştır. Özel bir konudan bahseden bu ayet, ‘sulh’un anlam, zaman ve uygulama alanı bakımından kuşatıcılığını göstermesi bakımından Kur’an ahlakının en dikkat çekici ifadelerinden birini oluşturur. Ayet şöyle:
“Eğer bir kadın kocasının kötü muamelesinden yahut (kendisinden) yüz çevirmesinden kaygılanıyorsa aralarında uzlaşıp sulh (barış) sağlamalarında onlara günah yoktur ve sulh hayırlıdır…”
Görüldüğü gibi bu ayette, eşler arasındaki bir sorun vesilesiyle “sulh hayırlıdır” şeklinde kategorik bir ahlak yasasına yer verilmiştir. Ayette bu yasa mutlak kullanılmıştır ve iki kişiden uluslararası ilişkilere kadar her durumda, her olayda ve her zaman öncelikli bir ahlak, hukuk ve yönetim ilkesidir.
Râgıb el-Isfahânî Müfredât’ta “Sulh özellikle insanlar arasında nefretleşmenin giderilmesidir” diyerek kavramın “toplumsal barış” anlamına işaret etmiş, bu açıklamasına delil gösterdiği ayetlerin en başına da yukarıda meali sunulan ayeti koymuştur.
Kur’an’da 171 kez geçen ‘ṡ-l-ḥ’ kökünden çeşitli kelimeler, bazen zıt anlamlısı olan ‘f-s-d’ kökünden kelimelerle birlikte, hem bireysel hem de toplumsal bağlamda kullanılmıştır. İlgili ayetlerin nihai anlamı şudur: İyilikler yapanlar (amilû es-sâlihât) kendileri için olduğu gibi diğer bireyler ve toplumları için de sâlih-muslih (iyi, düzeltici, yapıcı ve faydalı) insanlardır; kötü işler yapanlar (amilû es-seyyiât) ise hem kendileri hem de diğer bireyler ve toplumları için müfsid (bozucu, yıkıcı ve zararlı) insanlardır.
Ayetlerde iki kavramın zıt anlamda kullanıldığına üç örnek:
“Orada düzen ve huzur sağlandıktan (‘ṡ-l-ḥ’dan ‘ıslâh’) sonra yeryüzünde/ülkede bozgunculuk yapmayın (‘f-s-d’den ‘lâ tüfsidû’)” (A‘râf 7/56, 85).
“İnanıp yapıcı, iyi ve düzgün işler (‘ṡ-l-ḥ’dan ‘sâlihât’) yapanları, yeryüzünde/ülkede bozgunculuk peşinde olanlar (‘fesâd’dan ‘müfsidîn’) ile bir tutar mıyız!” (Sâd 38/28).
“Yeryüzünde/ülkede yapıcı, iyi ve düzgün işler yapmayıp (‘ıslâh’tan ‘lâ tuslihûn’), düzeni ve huzuru bozan (‘fesâd’dan ‘yüfsidûne’) aşırıların buyruğuna itaat etmeyin” (Şuarâ 26/151-152).
İlk ayette Müslümanlara iyi, erdemli ve barışçıl bir toplum inşa etme görevi yüklenmiştir. İkinci ayette dolaylı, üçüncüsündeyse doğrudan ifadelerle genel bir prensip verilmiş; adaletsizlik ve haksızlığa saparak (isrâf) toplumsal barış ve huzuru bozan yönetime karşı sivil itaatsizlik çağrısı yapılmıştır.
Bu ve benzer ayetlerden, Kur’an’ın önümüze salâh ve fesâd kavramları üzerinden bir iyi insan, iyi toplum ve iyi yönetim vizyonu koyduğu sonucuna ulaşırız. Bunun hangi yöntemlerle gerçekleşeceği ise kültürel ve zamansal şartlara göre bireylerin ve toplumların akıl, bilgi ve deneyimlerine bırakılmıştır.
İlgili ayetlerde böyle bir yönetim ilkesi verildiği halde, inceleyebildiğim klasik tefsirler içinde sadece Şiî âlim Ebû Cafer Muhammed et-Tûsî (öl. miladi 1068), et-Tibyân adlı tefsirinde (Beyrut, ts, VIII, 46-47) yukarıdaki son ayete şöyle bir yorum getirerek belirttiğimiz prensibe yaklaşmıştır: “(Burada) Allah, Sâlih Peygamber’in diliyle, müminlerin aşırılığa sapanlara (yöneticilere) uymalarını yasaklamıştır. (Çünkü onlar) kötülükler yaparak ülkede huzuru bozarlar; güzel işler yaparak ülkeyi düzeltmezler.”
Klasik fıkıhta devlet başkanını seçmeye ve adalet vasfını kaybeden veya ağır sağlık sorunu olan başkanı (imam, halife) görevden almaya (azl, halʿ) yetkili “Ehlü’l-hal ve’l-akd” denilen bir yapının bulunması gerektiği yaygın bir kabul görmüştür. Fakat bu yapının oluşumu, üyelerinin sayısı, nitelikleri gibi pek çok konuda ulema arasında her kafadan bir ses gelmiş; sonuçta Ehlü’l-hal ve’l-akd’in kurumlaşması ve işletilmesi bir türlü sağlanamamıştır. Şuarâ 26/151-152. ayetlerdeki ifadeyle “yeryüzünde (ülkede ve toplumda) düzgün işler yapmayıp, düzeni ve huzuru bozan” aşırılar’ın, yani iyilik ve adalet çizgisinden sapan yöneticilerin görevden uzaklaştırılmasını mümkün kılacak yasal bir prosedür tespit edilememiş ve hiçbir zaman da görev, sorumluluk ve yetkileri belli böyle bir etkin kurum olmamıştır.
Müslüman dünyada, Kur’ân-ı Kerîm’in ilkesel talebine uygun olarak, ülkelerin ve toplumların ‘salâh’ını (huzur, barış ve güven içinde yaşamasını) ve *‘fesâd’*dan (karışıklık güvensizlik ve adaletsizlikten) korunmasını sağlayıcı bir devlet ve hukuk teorisi ve pratiğinin şimdiye kadar oluşturulduğu söylenemez. Batı ile kültürel temasın yoğunlaştığı modern dönemlerde bu yönde bazı gelişmeler olmuşsa da, belirtilen sorunların halen aşılamadığını yaşanan acı olgular göstermektedir. Kanaatimce bunun da sebebi, Batı ile Müslüman dünya arasındaki kültürel kan uyuşmazlığıdır.
Günümüzde birçok Müslüman toplumun ağır sosyal karışıklıklar ve ekonomik sıkıntılar yaşadığı dünyanın malumu… Müslüman toplumlar, bunları aşmak için, ruhunu kendi kültüründen alarak, Kur’an’ın gösterdiği sulh/salâh istikametinde, zamanın ihtiyaçlarına göre sürekli yenileşmek; bu yenileşmenin bilimsel, idari ve hukuki altyapısını oluşturmak zorundadırlar.