Televizyonlu yeni bir yaşam...

“Ben televizyon seyretmeyi hep çok sevdim. ‘73’teki ilk televizyonumuzun ekranının sağında, altta, dördü küçük, biri büyük beş düğmesi bulunan Tonberg marka olduğunu anımsıyorum. Komşularımızdaki televizyonlar daha çok Grundig, Philips, Telefunken, Schaub-Lorenz, Saba veya Blaupunkt markayken, bizimki niçin Tonberg’di, bu soru o yıllarda dahi kafamı karıştırmıştı.”

Benim için sağcısı solcusu hiç fark etmiyor, şu dillere pelesenk olan '68 şenliği, altın kukuraçadan gümüş heybeden çıkma çocukları sokaklara salmıştı. Fırsat bu fırsat ya, gizli servislerin de, babaları gıdıklanmış o çocuklara, maalesef gaydırıgıppak işler için balla sarımsak bulamacından bir gaz verdikleri artık âşikârdır. Bu yüzden, tepe sersemlerinin, uzaktan kumandalı takımın '80 hazırlığının öncesinde, bütün gün bıkbık edip, bir boktan anlamadıkları hâlde helaya tabanca sıktıklarına ben tanığım.

Gedikpaşa işi postallı, yakası akrilik elyaftan montlu, uzun saçlı ve at nalı bıyıklı sağcı arkadaşımın mensûbu olduğu Langley irtibâtlı cemâati tam olarak bilemem, ama Beykoz işi postallı, asker parkalı, kısa saçlı ve pos bıyıklı solcu arkadaşımın mensûbu olduğu Lubyanka irtibâtlı cemâatte televizyona “aptal kutusu” dendiğini söyleyebilirim, televizyon seyretmeyi sevenlereyse kıymık muâmelesi çekilirdi. Daha neler, tavuk meler, kurbağa oturmuş çocuk beler diyeceğinizden eminim, haklısınız da, hiçbirinin ülkenin hakikatlarıyla alâkası yoktu, kimse '72'de televizyon üretimi sadece 40.555 iken, '73'de birdenbire niçin 138.000'e çıktığını sormuyordu. Televizyon sayısının '74'de 368.000, 75'de 571.000 ve '76'da ise 682.852 olarak tesbit edilmesinin sosyokültürel karşılıklarına kafa yoran bir akademisyen de çıkmamıştı. Oysa, ülkede çok şeyler değişiyordu, '73 seçiminde Cumhuriyet Halk Partisi oyların yüzde 33.3'ünü almış, Adalet Partisi yüzde 29.8'de kalmıştı, bir zihniyet '50 seçiminden beri ilk defa geriye düşmüştü. Bu yüzden Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'nun başına 15 Şubat 1974 günü otuz dört yaşındaki İsmail Cem'in getirilmesinde bir beis görülmemiş, onun Mustafa Gürsel ile işbirliğiyse, televizyon anlayışını epeyce farklılaştırarak dünya standartlarının ilerisine taşımıştı. Solun da sağın da görmediği işte buydu, kullanmasını bilen artık televizyondan çok şey öğrenebiliyordu.

Ben televizyon seyretmeyi hep çok sevdim, '73'deki ilk televizyonumuzun ekranın sağında, altta, dördü küçük biri büyük düğmesi bulunan Tonberg marka olduğunu anımsıyorum. Komşularımızdakiler, daha çok, Grundig, Philips, Telefunken, Schaub-Lorenz, Saba veya Blaupunkt markayken, bizimki niçin Tonberg'di, bu soru o yıllarda dahi kafamı karıştırmıştı. Merâkımdan araştırdım da, meğerse '73'deki takriben 132.000 televizyonun üç paketi varmış, ilk yirmi sekiz binlik pakette Philips, Siera, Radiola ve Aga markaları, ikinci yirmi dört binlik paketteyse National, Profilo, Atlas ve Tonberg bulunuyormuş. Anlayacağınız, Tonberg, çok satan yerli markalardanmış, ancak renkli televizyona geçene kadar bizden başka kimsede de görmedim. Kıbrıs Harekâtı dönemindeyse elektrikler bir gidip geliyordu ya, televizyonun yanına regülatör denen voltaj dengeleyici almak mecbûriyet olmuştu. Bazı evlerde televizyonun üstüne dantelli bir örtünün konduğu, onun da üstüne mutlaka Mahmutpaşa işi ucuz ve uyduruk cinsten bir iki alçı biblo yerleştirilirdiği çok kişinin aklındadır. Yayın başlamadan yarım saat kadar önceyse örtü ve biblolar kutsal emânetlere gösterilen itinâyla kaldırılır, ailecek çıt çıkarmadan ekrandaki “TRT” açılış logosuna bakılırdı. Çocukların bisikleti bırakıp, televizyon hayâliyle uykuya yattığı yıllardan bahsediyorum, o hayâlin en acıklısıysa Ertem Eğilmez'in '73 yapımı “Canım Kardeşim” filmindedir.

'80 sonrasına kadar televizyonların evlerde âdeta ferd muâmelesi gördüğü muhakkaktır, kadınların sabah yataktan kalkar kalmaz hafif nemli bir bezle televizyon ekranlarını silmeleri yok mu, beni çok eğlendirirdi. Yahu, kışın haftada sadece bir gün, pazarları, banyolarda altı demir döküm üstü bakır kazanlar yakılır, herkes Hacı Şakir sabunlarıyla yıkanıp keselenirdi de, televizyonların niçin her gün tozu alınırdı, anlamak mümkün değildi. '72'nin ilk yarısında dört gün, ikinci yarısındaysa beş gün yayın vardı, '74'de önce altı güne, sonra da yedi güne çıkmıştı. '76'ya kadar, bilhâssa “Kaçak” dizisinin olduğu günlerde, televizyonu olmayan komşularımızın çocuklarından en sümüklüsünü kapımıza gönderip, “Bir mâniniz yoksa annemler bu akşam size gelecek?” diye sormaz mı, rahmetli annem kimseyi kıramadığından, bütün keyfim kaçardı. Amerika'da ABC televizyonunda doksanı siyah beyaz, otuzu renkli, toplamda yüz yirmi bölüm olarak 17 Eylül 1963 ile 29 Ağustos 1967 arasında yayınlanan Dr. Richard Kimble'ın hikâyesine bayılıyordum da, bir gün olsun çocuk ciyaklaması olmadan seyredemedim. Kaynaklarda, her bölümü elli bir dakika süren bu dizinin TRT ekranından '74 ile '77 arasında geçtiği kaydı varsa da, muhtemelen hatalı, emin değilim, ben “Kaçak” dizisinin bizde '73 yılında yayınlanmaya başladığını anımsıyorum, ayrıca o yıl Başak Yayınevi beş ciltlik “Kaçak” kitapları da basmıştı. Amerika'da 8 Eylül 1966 ile 3 Haziran 1969 arasında NBC televizyonunda gösterilen “Uzay Yolu” dizisinin ise bize gelişi “Kaçak” öncesindedir, TRT diziyi 17 Ekim 1972 günü, dünyada bir kültürel fenomene dönüştükten sonra yayınlamaya başlamıştı. Ertesi yıl da, yani '73'de, Altın Kitaplar dokuz ciltlik “Uzay Yolu” kitaplarını Reha Pınar çevirisiyle çıkarmıştı. Çok sevdiğim yirmi beşer dakikalık “Tatlı Cadı” mini dizisi de, Amerika'da ABC televizyonunda 17 Eylül 1964 ile 25 Mart 1972 arasında yayınlanmış, bizde TRT diziyi ilk 14 Eylül 1974 günü seyirciyle buluşturmuştu. Dizinin nefis kitabıysa Milliyet Yayınları'ndan '75'de Servet Serdaroğlu çevirisiyle raflara konmuştu. Milliyet Yayınları ayrıca “Görevimiz Tehlike” dizisinin kitaplarını da '73'de iki cilt olarak, birini Sevin Kutlu çevirisiyle “Para Yağmuru”, diğeriniyse Mine Ünel çevirisiyle “Ölümle Yarış” isimlerinde, beş renkli kuşe şömizli olarak çıkarmıştı. Bir “Soğuk Savaş” dizisi olan “Görevimiz Tehlike” Amerika'da 17 Eylül 1966 ile 30 Mart 1973 arasında CBS televizyonunda yayınlamış, TRT ekranına gelişiyse '73'dedir.

'74 ve '75 yıllarında TRT cümlesi kıçları başlarından ağır zevâtı asıl edebiyatımızdan yaptığı uyarlamalarla sersemletmişti. Önce '74'de Abbas Sayar'dan “Yılkı Atı” geldi, Abass Sayar pederimin arkadaşıydı, kısa roman '71'de harika bir kapak tasarımıyla yayınlanmıştı, '74'e kadar da iki defa okumuştum, bana sorarsanız edebiyatımızın en iyi on romanından biridir derim, bu yüzden dizi bizde hiç kaçırılmadı. Ancak, kıyâmet Metin Erksan'ın '75'de TRT için “Beş Türk Hikâyesi” ismiyle çektiği seride koptu. İlk film Sait Faik'ten “Müthiş Bir Tren” olmuştu, Mahmut Tali Öngören gazetesinde Metin Erksan'a sayıp sövdü, Atilla Dorsay ne şiş yansın ne de kebap havalarındaydı, sol cenâhtan ise filmi bir Ali Gevgilili tutmuştu. Peşinden Kenan Hulûsi Koray'dan “Sazlık” ve Samet Ağaoğlu'ndan “Bir İntihar” geldi, Mahmut Tali Öngören yine köpürmüştü, bu defa ona Bekir Yıldız da katılınca, Atilla Dorsay tarafsızlığını bozup, Metin Erksan ustaya küfrân-ı nimet yaptı. Sabahattin Ali'den “Hanende Melek” halkımızca pek sevilince, münevverân çemkirememişti, ama şeytan işemiş ağızlarına Ahmet Hamdi Tanpınar'dan “Geçmiş Zaman Elbiseleri” cuk oturduydu. Metin Erksan'ın edebiyat uyarlamalarındaki tercihleri ve sinemada zamanının epey ilerisindeki estetik anlayışı tutmamasına rağmen, Halit Refiğ'in '75'de Halit Ziya Uşaklıgil'den uyarladığı “Aşk-ı Memnû” adamın şalgamı olanlara da Müjde Ar ile arşiv sıvazlattığı muhakkaktı. Sahi, Müjde Ar'ın bir de “Fuar Kolonyası” reklamı vardı, “derin mavilerin serinliği” kolonya mıydı yoksa beyaz bikinili Müjde Ar mıydı, tartışılabilir, ne var ki Nevzat Yalçıntaş döneminde Müjde Ar'ın bakışı müstehcen bulunarak o reklam filminin gösterimi yasaklamıştı.

Lütfi Ömer Akad ustayı unutmamamız gerekiyor, onun '75 yılında Ömer Seyfettin'den “Eski Kahramanlar” ismi altında uyarladığı, “Topuz”, “Ferman”, “Pembe İncili Kaftan” ve “Diyet” filmleri, 31 Mart ile 21 Haziran arasında TRT ekranına geldiğinde, maalesef pek çok solcu burun kıvırmıştı. O solcuların BBC klasiği “Kaptan Onedin” ile ITV klasiği “Yukarıdakiler Aşağıdakiler” dizilerinden habersiz olmalarınaysa hiç şaşırmamıştım, semt-i dildârımız Süleymaniye'den kafası çalışanlara defalarca tavsiye etmeme rağmen, bir Ahmet Zeki Pamuk bir de Tuğrul Cılanbol seyrederdi, kimse tavsiyemi ciddiye almamıştı, oysa “Kaptan Onedin” dizisinin doksan bir bölümünü seyretselerdi, Karl Marx okuyarak veresiye akıllarıyla pek anlayamadıkları kapitalizm nedir sorusunun yanıtını kolaylıkla öğrenmiş olurlardı.

Biliyorum, benim kuşağımdan çok kişi “Kaygısızlar” ve “Tatlı Sert” diyeceklerdir, “Kaygısızlar” dizisindeki Roger Moore'un ve Tony Curtis'in, “Tatlı Sert” dizisindeyse Patrick Macnee'nin ve Diana Rigg'in İngiliz esprilerine ben de bayılıyordum, tamam, ama onların önüne hep “Pembe Panter” ile “Taş Devri” çizgi filmlerini koymuşumdur. 6 Eylül 1969 ile 2 Eylül 1978 arasında NBC, 9 Eylül 1978 ile 30 Ağustos 1980 arasındaysa ABC televizyonlarında yüz doksan bölüm olarak yayınlanan “Pembe Panter”, bizde '74 yılında “Tele Spor” programının sonunda veriliyordu. Her film altı veya yedi dakika kadar sürüyor, Henry Mancini'nin tema müziğiyle neşeleniyorduk. Animasyoncular arasında, Warren Batchelder, Don Williams, Norm Mc Cabe, Dale Case ve Laverne Harding isimleri aklımda kalmış. William Hanna ve Joseph Barbara işi “Taş Devri” dizisinin tema müziğiyse Hoyt Curtin'indi, her bölümü yirmi altı dakika süren “Taş Devri”, ilk defa 1 Mayıs 1960 ile 1 Nisan 1966 arasında ABC televizyonun yayınlanmıştı.

Biz sinemalarda ve kütüphânelerde yetiştik, ancak sinema tarihinin önemli filmlerini Sinematek üyesi değilseniz bir yerde görme imkânımız yoktu. Sinematek'e lise ikide veya sondayken, sinema yazarı ve şâir Emin Ersoy ağabeyimizin ısrârıyla üye olduğumu anımsıyorum, ancak baht-ı bîdâdım şu ki, üye olduğumda Sinematek hızla politikleşmeye başlamıştı. Orada, Sovyetler Birliği, Macaristan, Polonya, Çekoslavakya, Bulgaristan veya Romanya gibi “Demir Perde” ülkelerinin filmlerini seyredebiliyorduk da, Hollywood klasiklerinden merâk ettiklerini soran biri, sigara dumanı içindeki Onat Kutlar'ın düşmân bakışlarıyla karşılaşabilirdi. '76'ya kadarsa Sinema Televizyon Enstitüsü yoktu, o yüzden televizyon bize ikinci bir okul oldu. İsmail Cem ve Mustafa Gürsel işbirliği sonucunda, örneğin Chaplin'in, Humphrey Bogart'ın, Errol Flynn'in, Greta Garbo'nun, Paul Muni'nin ve Spencer Tracy'nin oynadığı filmlerin hepsini seyredebilmiştik. Pazar sabahlarıysa kahvaltı masasındayken kovboy filmlerine doyum olmaz, dilimizdense “Rollin', rollin', rollin' / Rollin', rollin', rollin' / Rollin', rollin', rollin' / Rawhide!” şarkısı düşmezdi. Bu yüzden İsmail Cem'i ve Mustafa Gürsel'i rahmetle anıyorum, iyi ki yaşamlarımıza temas etmişler.

Televizyon demişken, İbrahim Tatlıses'in “Yandım televizyonun elinden / Öldüm televizyonun elinden” tıngırtılı saçmalığını, kıç atmış dünyaya, çüş dedin ki ne fayda, zır de de anırsın deyip geçin. Elbette sözümü daha bitiremedim, seyretmek için horozlar kukuriku demeden kalktığımız Muhammed Ali maçlarını, sabahladığımız “Eurovision” yarışmalarını, RAI televizyonunun '71 yapımı beş bölümlük “Leonardo” klasiğini ve '80 sonrasının dizilerini başka bir yazıya bırakmak niyetindeyim. Şimdilik üç noktayı, '75'den, bizim “Eurovision” efsânemiz Semiha Yankı'nın “Seninle Bir Dakika” şarkısından koyacağım, sonrasıysa Allah kerîm. “Hasret tükenmez gibi, kavuşmak bir dakika / Sevmek bir ömür sürer, sevişmek bir dakika”. Hadi bana eyvallah, haftaya size “Zengin ve Yoksul” dizisinden Jordache kardeşler ile uğrayacağım, unutmayın...

YORUMLAR (9)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
9 Yorum