Sembollerin arkasındaki hikâye
Bütün ulusların mitolojiden ya da dinden kaynaklanan sembolleri var.
Bunların kimi dinî, kimi siyasî, kimi millî anlamlar içeriyor, bazen bir resim, bazen bir rakam, bir nesne, bir bitki, bir hayvan ya da bir mekân olabiliyor. Hepsinin ortak noktası dokunulmaz ve kutsal oluşları! Tarihsel süreçte oluştukları, kökleri ta derinlere indiği için güçlüler, âdeta kolektif şuuraltının, toplumsal hafızanın atomları. Unutulması veya yok edilmesi imkânsız gibi. Sonra sembollerle oynamak tehlikeli de. Çünkü kimliğin en önemli göstergeleri. Dolayısıyla onlara yapılacak bir saldırı doğrudan kimliğe yönelik olarak algılanmakta ve şiddetli tepkilere yol açmakta.
Yıllar önce Başbakanlık Arşivi’nde araştırma yaparken Orhan Kemal’in “Vukuat Var” romanıyla ilgili bazı resmî belgelere rastlamış ve yayımlamıştım. Tam da bu konuya örnek olacak türden. Eser, Adana’da bir gazetede tefrika edilirken, roman kahramanlarından biri sakız ağacına küfreder. Ardından kıyamet kopar! Adana yöresinde sakız ağacını kutsal gören bir dinî topluluk, kutsallarına saldırıldığı gerekçesiyle gösteriler yapar, Orhan Kemal’i Başbakanlığa şikâyet ederler. Sakız ağacı deyip geçmemek lâzım, yukarıda anlattığım gibi bir sembol. Uykuya yatmış, unutulmuş, bastırılmış gibi görülebilir, ama kolektif hafıza bu, bir dokundunuz mu teller titriyor işte. Tıpkı Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ndeki alaturka âtıl saat “Mübarek”in durup durup aniden eski bir hatırayı anmışçasına çın çın çalmaya başlaması gibi, bir çağrışımla ortaya çıkıveriyor yeniden!..Ayasofya meselesi de aynı. Türkiye’de kimileri bunu salt güncel bir siyasî mesele olarak görüyor, konuyu inatla ilerici-gerici, lâik-antilâik, dindar-ateist bağlamında tartışıyorlar. Oysa Ayasofya bir sembol. Arkasında büyük bir hikâye var; sadece ‘hendeseden bir âbide’ değil; fethi, İstanbul’a malik olmayı sembolize ediyor, bir kimlik, bir aidiyet duygusu içeriyor ve kutsal!.. Buna fethedilen yerin mahpus olarak algılanmasını da ekleyin. Fetih duygusunun zorla bastırılması gibi! Tarih boyunca süren bir çatışmanın -Doğu-Batı- kolektif şuuraltındaki sembollerinden biri, bastırılmış bir tepki!.. Güncel siyasi mücadeleyle değil, tarihsel, sosyolojik süreçle ilgili. İşin sosyal psikolojiyle ilgili yönleri de var. Batı’nın kendisini 93 Osmanlı-Rus Harbi’nden beri sürekli ezmeye, yok etmeye çalıştığı bir kitlenin ‘Ayasofya’ aracılığıyla dile getirdiği bir tepki bu.
Ayasofya ile ilgili bu basit, sosyoloji ve psikolojiden uzak, alışılmış ilerici-gerici kalıbına sıkıştırılmış tartışmaları görünce yıllar önce Ece Ayhan’ın MSP’nin 1973’te 48 milletvekili ile Meclis’e girmesi sonucunda afallayan ve konuya “Bunlar da nereden çıktı?” noktasından öte bir açıklama getiremeyenlere dair yazdıkları aklıma geldi. Şöyle diyordu:
“1973 yılında (…) Bir parti birdenbire, 48 milletvekiliyle belirmişti seçim sonucunda T.B.M.Meclisi’nde. Eline kâğıdı kalemi alırsan yanlış sonuçlara varırsın varabilirsin, hem de alabildiğine.
Evet 1973’de, yıllar sonra su yüzüne çıkabilenler, çıkmayı başaranlar, geçmişteki ‘meczuplar’ın torunlarıydı, çapaçulların çocuklarıydı. Şunlardı, bunlardı ama bu toplumu onlar da kıyısından köşesinden sakallarıyla, garip örtünme biçimleriyle… oluşturamazlar mı? Oluşturmuyorlar mı? Evet belki de en çok kelle yitirenler onlar olmuştu tarihte. Kayyumları, üfürükçüleri… (Foucault’nun deyimiyle…) ‘ötekiler’i nasıl dikkate almazsın, almazsınız bir toplumbilim araştırmasında, anlamıyorum... Sizin kişisel düşüncenizi, tıkırınızı ben ne yapayım?” (“Dipyazılar”, YKY, 1996, s.10)
Ece Ayhan’ın tespiti bugün de geçerli. Semboller aracılığıyla dışa vuran bu tür kitlesel tepkilerin arkasındaki hikâye ve psikolojiyi okuyamayan, hatta küçümseyenler var! Yanılıyorlar! Çünkü tepki çok diri ve kolektif şuuraltında seyr ü sefer hâlinde.
Hâsılı sizin kişisel düşüncenizden, tıkırınızdan, kategorilerinizden bana ne kardeşim!.. Sembolün arkasındaki hikâyeye, derine bakıyorum ben! Üstelik orada sizin hikâyeniz de var!