Saraybosna Marlborosu’nun içyüzündeki öyküler
Benim için yaz tatili kitap okumaya daha çok zaman ayırmaktı. Etrafı ormanlarla çevrili bir coğrafyada, kimi kez önüme denizi alıp sırtımı bir çınara dayayarak, her hafta bir kitabı hayatıma ekledim. Bilinçli bir seçim değil ama bu hafta da Balkanlarla ilgili bir kitap okudum. Geçen hafta İvo Andriç’in Lanetli Avlu romanından sonra, bu kez elimde Hırvat yazar Milenko Yergoviç’in Saraybosna Marlborosu (Kutu Yay., 2019) adlı öykü kitabı vardı.
Baştan belirtmeliyim; Andriç, yer yer milliyetçi bir refleksle, özellikle ‘lanetli avlu’ ve ‘hapishane’ simgesiyle Osmanlı’yı ötekileştirirken, Yergoviç Bosna Savaşı’nı konu edinen öykülerinde ulusal ve dinsel simgelerden uzak duruyor, etnik ve dinsel farklılıkları göz önüne almıyor, tüm gücüyle savaşın sıradan insanların günlük hayatında yarattığı acıları, ölümleri, ayrılıkları, göçleri, travmaları veya birbirlerine sarılışlarını naif fırça darbeleriyle resmediyor. Bu bakımdan Yergoviç’in öykülerindeki hayat ve insan kadrosu daha doğal, daha sahici ve insanî. Savaş, bu öykülerde bir kahramanlık, bir güç veya nefret anlatısına dönüşmüyor; dolayısıyla epik bir eser değil Saraybosna Marlborosu. Yazar, insanı; hatta eşyayı, tam da savaşın vurduğu, kırdığı ve dağıttığı yerden; ama insanî bir noktadan yakalıyor; bir Bosna sokağını, bir barı, yan yana yaşayan iki komşuyu, kimi portreleri, yanına kimi kez bir elma ağacını, bir kaktüsü ya da çan sesiyle insanı irkilten bir tramvayı koyarak, sessizce söylenen hüzünlü bir şarkı eşliğinde tasvir ediyor. “Fotoğraf” adlı öyküde söylediği gibi “Bu savaş hakkında mevki kaygısı” (s. 188) ya da bir çıkar amacı gütmeden, savaşın günlük hayatta yarattığı dağınık manzaraları yazıyor.
Savaşlar, ulusal ve dinsel duyguları kamçılar, bu da savaşı konu edinen edebî eserlerin destansı ve abartılı bir dile, ulusal ve dinsel alegorilere sarılmasına ve giderek ötekileştirmeye yol açar. Böyle eserlerde şahıs kadrosu, kalın bir çizgiyle biz ve düşmanlar şeklinde ikiye ayrılır. Yergoviç’in öykülerinde bu şema yok. Yazar, bombalar altında yıkılan Saraybosna’da yaşayan tüm insanlara, onların günlük yaşamlarına; aile ilişkilerine, komşuluklarına, dostluklarına, yardımlaşmalarına, aşklarına, ayrılıklarına, evlerine, barlara, kafelere yöneltmiş bakışlarını. Bu itibarla militer güçler pek göze çarpmazlar, varsalar da –ki varlar- fondadırlar… Dolayısıyla her türlü acıya, yıkıma karşın, yaşama umudunu, bu umudu yansıtan; örneğin “Soygun”daki ‘elma’ları, “Kaktüs”teki minik ‘kaktüs’ü, “Bahçıvan”da ‘marullar’ ve ‘havuçlar’ı daima diri tutar yazar. Savaş, bu metinlerde çoğu kez “Soygun” ve “Gospar” öykülerinde olduğu gibi insanları dayanışmaya ve paylaşmaya iter; “Boşnak Güveci” ve “Küçük Hanım” öykülerinde görüleceği üzere birbirlerine daha sıkı bağlar. Dolayısıyla eserdeki öykülerin derinlerinde, sanki daima “Komünist” adlı öyküdeki baba İvo’nun oğluna yazdığı; “Sakın ha, birinden nefret ettiğini duymayayım, Tanrı bana başımıza gelenler yüzünden başkalarına küfrettiğini duymayı nasip etmesin. Çünkü böyle yaparsan bacaklarını kırarım.” (s. 102) şeklindeki insanî mesaj yinelenir.
Kitaptaki bir öyküde; “İnsanın kalbi, yalnızca doğru yere hafifçe vurduğunuzda yumuşarmış.” (“Komünist”, s. 103) diyor Yergoviç. Öykü de böyledir; metin, doğru yere hafifçe vurursa güzeldir, kalbe değer. Yazar, çoğu öyküsünde doğru yere hafifçe dokunuyor. Sonra! Sonra savaşın hüzünlü manzaraları geçiyor gözümüzün önünden, aşklar, göçler, ölümler, ayrılıklar… Ama her şeye rağmen aşk ve dayanışma, tüm yıkıntıların arasından bir anıt gibi yükseliyor Saraybosna’da.
Saraybosna Marlborosu’nun dış kabı düz beyaz, ya içyüzü?..