Sanatta hâl ve kâl…
Tolstoy, bu eserinde çağdaş sanatın giderek varlıklı sınıfın gönlünü eğlendirmeyi amaçladığını söyler. Ve yeni sanatkârların bu amaç doğrultusunda, ödünçleme, öykünme, şaşırtma ve ilginç olma gibi birtakım yöntemler geliştirdiğinden bahseder. Ece Ayhan’ın şiirinde ilk iki yönteme pek rastlanmaz. Ama başlangıçta bana –her halde çoğu Ece Ayhan okuruna da- cazip gelen sanırım ‘şaşırtma’ ve ‘ilginç olma’ niteliğiydi. Gerçekten de Ayhan şiirini, Tolstoy’un biçim ve içerikte “her türden aykırılığa yer verme” (s. 119) olarak özetleyebileceğimiz şaşırtma ve ilginç olma üzerine bina ediyordu. Kanaatimce önce bunu dili darmadağın ederek, yıkarak yapıyordu. Meselâ “Çapalı Karşı” diyerek muhatabını ters köşeye yatırıyor, ayrıca Tolstoy’un müzikteki şaşırtmacayı açıklarken belirttiği gibi “armoni, tempo ve ritmin, müzikal düşüncenin doğal akışına tümüyle aykırı bir çizgi” izliyor, “beklenmezliğiyle” (s. 119) –atonal müzik- okurda bir şaşkınlık uyandırıyordu. Sonra yıktığı, deyiş yerindeyse harabe hâline getirdiği dilin içine, bazen yaşadığı dönemde, çoğu kez de tarihte geçen birtakım ‘aykırı/ sıra dışı’ olayları ustaca gömüyordu. Üstelik bunlar genellikle iktidarların –kendi tabirince sarışınların- örttüğü gerçeklerdi. Bu bakımdan mazlumların sözcüsüydü de!.. Kısaca şaşırtmaca ve ilginçlik üzerine kurulan birer “sıkı metin”dir onun şiiri. Her çözülmesi zor, üstelik aykırı bilmece, -buna bir de mağdurların dili olmayı ekleyin- insanın nasıl ilgisini çekerse, Ece Ayhan’ın şiiri de başlangıçta beni, bu bakımdan kendine çekmiştir.
Ama!.. Nasıl ki bilmece, çözüldüğünde artık pek kıymeti kalmazsa, tıpkı böyle, şairin o harabe dile gömdüğü şifreleri, metinler arası ilişkileri çözdükçe Ece Ayhan’ın yaptığı –evet yaptığı- şiir de bana yavan gelmeye başladı. İnsanı çözdüğünüzde artık hayalinizdeki hâliyle kalmıyor. Acı!.. Bilmece çözüldüğünde metin ölüyor.
O hâlde, salt şaşırtma, ilginç olma ya da aykırılığa dayanan bir metin, şaşkınlık duygusunu üstümüzden attığımızda ölüyor, demek ki şaşırtma, ilginç olma veya aykırılık değil bir metni yaşatan!
O düzensiz, birbiriyle ilintisi olmayan, rastgele dizilmiş kelimeler, mısralar ve en önemlisi ahenksizlik… Bir ses olmalı şiirde oysa. Ece Ayhan’da o ‘içten gelen ses’i bulamıyorum. Düzyazıya özgü nizamsız bir askerî yürüyüş ondaki.
Tolstoy, bir de ödünçlemeden bahsediyor; eserlerini eski eserlerden ödünç aldıklarıyla kurgulayan yazar ve şairlerden… Tolstoy’a göre gerçek sanat eseri, içerdiği duyguyu muhatabında da uyandırandır. Oysa ödünçlemede duygu, sanatkârın kendisinden doğmaz, başkasından alınır. Başkasından ödünç alınan duyguyla muhatapta bir sanatsal etki yaratılamaz (s. 117). Ödünçlemenin ana sorunu, sanatkârın başkasından aldığı duygu veya düşünceyi sadece bir teknik öğe, bir hoş atıf olarak şiirine ustaca yerleştirmesidir. Oysa sanatta bir duygu, hayal veya düşünce, öznenin kendi içinde infilâk ederek doğar. Özden infilâk etmeyen bir duygu/ düşünce –örneğin tasavvufî bir hâl, ki bu tür örneklere rastlanıyor şiirde- okuyanda etki bırakabilir mi?..
Sorun şu: Sanat, insanda bir metafizik hâl, dünyaya karşı bir tavır alış olmaktan çıkıp sadece gönül eğlendirici bir haz aracına dönüştüğünde, işte böyle sadece kâlden ibaret kalıyor. Ve tabii ki ‘Yaratıcı yazarlık’ kursları bu kâl tekniklerini öğretebilir. Ya hâl, o hâli de yaratabilir mi?..