Sanat bir imalar silsilesidir ama…
Gizlemek, bir hünerdir, bir zekâ gösterisidir bence. Sanat eserini cazip kılan o örtük, imalı dilidir. Mana incisini -ki olmalıdır- o inciyi ima edecek renklerle, figürlerle, şekillerle örter, gizler sanatkâr. İnci demez, -dememeli zaten- inciyi anlatırken, bir ima silsilesiyle örtmeli onun üstünü. Güzel eserler, daima böyle esrarengiz bir sis perdesiyle örtülü olanlardır. Ama örtüye, lafza bakan, orada incinin parıltısını sezmeli, hissetmeli. Herkes mi? Hayır! Sadece mana dalgıcı olanlar…
Büyük sanatkârlar, niçin örtük bir dil kullanırlar? Bence, bunun nedenlerinden biri kendi zekâlarının gücünü göstermektir herhâlde. Ustaca gizleyerek hünerlerini sergilerler. Mizahın meselâ, temelinde ima vardır. Fıkra veya nüktenin makbulü, kendini kolaylıkla ele vermeyenidir. İlkin genelde kavrayamazsınız, sonra jeton yavaşça düşer, âni bir şaşkınlık, bir aydınlanma, bir hoşluk… Alışılmış mantığı tersyüz etmek, taşları yerinden oynatmak ve yeni bir düzen kurmak hüner değil de nedir? İşte sanatkâr ima diliyle bu hüneri göstermek ister. Zaten iyi bir metin bir hamlede kavranamaz.
George Orwell “Yazma Sebebim” (Bir İdam, Çev. Berrak Göçer, Can Yay., 2021) başlıklı yazısında, insanı yazmaya iten dört güdüden birinin “safi egoizm” olduğunu söylüyor. İmalı, çapraşık ve örtük dil, bence bu güdünün ürünüdür; bir zekâ oyunu! Aklıma meselâ Cemil Meriç geldi. İmalarla ilerleyen bir zekâ gösterisidir onun metinleri. Kelimelerin, cümlelerin altını kazıyabilen okur, o gizli dehlizlerde birçok yazara, şaire, esere ve mitolojik kahramana rastlar. Ama kazıyabilen! Zaten büyük sanatçı, o örtüyü kaldırabilecek zeki yoldaşlara hitap eder; sezebilenlere, anlayabilenlere… Ne diyordu Meriç: “Her kitap, tılsımlı bir saray. Kapıları ilk gelene açılmaz. (…) Mabede bayağılar giremez.” (Bu Ülke, İletişim Yay, 2017, s. 109). Aslında sadece kitaplar değil tüm büyük sanat eserleri tılsımlı bir saraydır, kapılarını ilk gelene değil, herkese de değil, anlayabilene, sezebilene açar.
Bana göre bu imalı, örtük, çapraşık dil, meselâ İsmet Özel’de de vardır. Bu tür sanatkârların zekâları, derin, çapraşık, gizli gazal yollarında cevelan ediyor da ondan…
Ama bir de ne var?.. Orwell’in “tarihî içgüdü” dediği, gerçeği, yalnız gerçeği keşfetme arzusuyla yanıp tutuşmayan, daha doğrusu aslolanın mana incisi olduğunu fark etmeyen, dolayısıyla boş bir kutuyu imalı, örtük bir dille, birkaç değişik fırça darbesiyle süsleyen sanatkârlar var! Onlar, sanatı sadece teknik/ biçimsel bir hüner sanır; öykü ve romanlarını değişik anlatım ve kurgu teknikleriyle bezerler meselâ. Ortaya düşle gerçeğin birbirine karıştığı, değişik anlatım teknikleriyle örülü flu bir metin çıkarırlar. Zeki okuru ilkin bu cezbeder, metnin örtüsünü kaldırmak ister. Ama nafile!.. Şevkle kazır kazır da bir şey bulamaz! Örtü güzeldir de altı boştur.
Bilge Karasu’nun “Kılavuz”unu okuyunca bunlar geldi aklıma. Düşle gerçeğin birbirine girdiği, monolog ve iç konuşmalarla örülü, bilincin iç dünya ile dış dünya arasında gidip geldiği, zamanın ve mekânın parçalandığı flu bir metin bu! Özenli bir ‘teknik’ hünerle inşa edilmiş ve örtülmüş. Ama örtüyü kaldırdığınızda bir ölümden dolayı kendini suçlayan Uğur’un cılız vicdan azabının izini buluyorsunuz, o kadar!.. Oysa meselâ vicdan azabı ve günahla yüzleşmenin verdiği büyük huzursuzluk deyince “Dorian Gray’in Portresi” geliyor benim aklıma…
Karasu’nun “Kılavuz”u bizi sadece zarfıyla cezbediyor, yol boyunca üç silik adamla -Uğur, Mümtaz, İhsan- yürüyoruz. Ve bir de uçup giden küçük bir vicdan azabı… Uğur’un düşlerinin altını kazıdım, ama ruha değen bir mana, büyük bir huzursuzluk bulamadım!..