Râyegân dinleyelim bülbülü İstinye’ye gel!
Arka arkaya çıkan yangınlarla Antalya ve Muğla’da ormanlar kül oldu. Yakıldıysa vahşilik! İnsanoğlu üç kuruşluk maddî çıkarı için yaşadığı dünyayı yakıyor. Öylesine nankör, öylesine câni!.. O yemyeşil, yaprakları rüzgârlarda hışırdayan, gölgesi huzur veren ağaçları yakıp, betonlarla toprağın üstüne çörekleniyor. Onu zincirliyor, çirkinleştiriyor. Ürettiği kimyasal maddeleri toprağın ve denizin sinesine kusuyor! Su, toprak, hava ve ateş!.. Eskilerin deyişiyle anâsır-ı erbaa! Bu dört temel elementin doğal dengesi bozulursa vücut hastalanır. Bozduk!..
Tabiatı bir güç ve zenginleşme aracı olarak gördüğümüzden beri toprakla olan fıtrî bağımızı kopardık. Âşık Veysel, “Benim sadık yârim kara topraktır” diyordu. Şimdi herkes, köyleri boşaltıp, neon ışıkların aydınlattığı vitrinlerle dolu bulvarlara, caddelerde öfkeli boğalar gibi sürüler hâlinde oradan oraya akan arabalara koşuyor… Demek ki sadık yârimiz toprak değil! Hızlı ve çok üretmek hırsıyla, elimizdeki makine ve kimyasallarla onun bağrını delik deşik ediyor, doğal üremeyi bozuyoruz. Tabiatın huzur veren seslerinin yerini, canhıraş haykırışlar, mekanik çınlamalar, ağzında sürekli yağ ve benzin salyasıyla hırıldayan motor sesleri aldı. Şehirler harıl harıl çalışan devâsâ bir motor gibi. Gürültü, kalabalık, duman, beton, cam ve gözlere ok gibi saplanan ışıklar… Yahya Kemal’in şadırvan sesleri, serin servileri ve mehtaplı geceleriyle tasvir ettiği “âsûde şehir” yok artık! Halûk Y. Şehsuvaroğlu’nda okumuştum; eskiden İstanbul halkı bülbül sesi dinlemeye İstinye’ye gidermiş. Şeyhülislâm Yahya Efendi de İstinye’nin bu özelliğine atfen bir şiirinde; “Ko kafes nağmesini nağme-i peyderpeye gel/ Râyegân dinleyelim bülbülü İstinye’ye gel” der. Şimdi İstinyelilere soralım bülbül var mı?.. Turgut Uyar’ın “Kankentleri”ndeyiz artık!..
İyi kullanılırsa teknoloji faydalıdır; ama sadece güç ve para kazanmak için kullanıldığında tabiatın nizamını bozduğu da bir gerçek. Yıllar önce İsmet Özel’de okumuştum, “Balıklar Kaçar” (Üç Zor Mesele, Tam İstiklâl Yayıncılık Ortaklığı, 2016, s. 335-336) başlıklı bir yazıydı. Tabiat karşısında Şark’ın ve Garb’ın tavrını yansıtması bakımından dikkat çekiciydi. Özel, yazısında Busbecq’in “Kanuni Döneminde Avrupalı Bir Elçinin Gözlemleri” (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2011, s. 56) adlı eserinden bir alıntı yapıyordu. Buna Batılı gezginler 16. yüzyılda Kızılırmak kenarından geçerken bir Türk köylüsüne, nehirde çok balık olup olmadığını ve nasıl tutulduğunu sorarlar. Köylü, çok balık var, ancak tutmak mümkün değil, der. Devamındaki cümle daha ilginçtir! Tutmak için ellerini uzattıklarında hemen kaçıyorlarmış!..
Bu cevap, çoğumuzda önce şu kanaati uyandırır: Türk köylüsü, tabiat karşısında tembel ve edilgendir, İhsan Oktay Anar’ın “Puslu Kıtalar Atlası”ndaki Bünyamin gibi müşahittir. Batılı ise sorusuyla tabiata egemen olma isteğini açığa vurur. Hatta buradan onların tabiat karşısında mütecessis ve müdahil olduğunu da çıkarabiliriz. Çağ, mekanik ve elektronik bir çağ. Türk ilerlemecileri -muhafakârlar daha tutkulu- teknolojiyi, gücü medeniyetin göstergesi sayıyorlar.
Teknolojiyi yadsımıyorum. Batılının tabiat karşısındaki “tecessüs”ü doğru. Peki modernleşen Türkiye, tabiat karşısında “mütecessis” mi? Bence hayır! Türk modernleşmesinin temelinde teknolojiyi hazır alıp, tabiatı muhterisçe güç ve servet elde etmek için tarumar etmek var!.. Busbecq ve arkadaşlarına o cevabı veren köylüyü bulsak alnından öperiz şimdi! O köylünün torunları, vahşi bir ihtirasla nehirlerde dinamitle avlanıyor!.. Lüks oteller, gökdelenler yapmak uğruna ormanları yakıyor.
Tabiatla düşmanız, muhterisiz ama mütecessis değiliz!..
Şarkıyı şöyle okuyabiliriz: Artık bu yanan bahçede bülbüllere yer yok!..