Öyküde belirsizlik ve bilinmezlik
Öyküde dedim ama aslında romanda, filmde veya tiyatroda da önemlidir belirsizlik.
Geçen gün Ursula L. Guin’in “Yazma Üzerine Sohbetler” (Metis, 2010) adlı kitabını okurken bu konuda söyledikleri dikkatimi çekti. Şöyle diyordu:
“… nihayetinde yazar gerçekten de bütün karakterlerin yazarıdır, yaratıcısıdır, hepsini icat eden kişidir. Aslında dürüst olursak bütün karakterler yazarın ta kendisidir. Dolayısıyla yazarın onların ne düşündüğünü bilmeye bal gibi de hakkı vardır.” (s. 38)
Bu sözler doğru. Bir yazar, daha baştan öyküsünde olacakları, karakterlerin ne yapacağını bilir. Ama hemen söylemez. Ursula L. Guin de buna dikkat çekiyor, diyor ki; “Yazar bize onların ne düşündüğünü söylemiyorsa … neden söylemiyor?” (s. 38) Asıl sorulması gereken de bu!..
Bu cümleleri okuyunca aklıma şu geldi: Bir roman, öykü veya filmde, olacakları daha başlarda tahmin edebiliyorsak, artık o filmin veya metnin bizim için heyecan ve haz verici yanı kalmaz. O hâlde nedir bu haz ve heyecanın kaynağı? Cevap: Bir edebi metinde -özellikle olaya dayalı roman ve öykülerde- okuru metnin sonuna kadar sürükleyen ‘merak duygusu’dur. Yazar bu duyguyu, metne yerleştirdiği ana ve ara düğümlerle kamçılar. Zaten önemli olan da bu duyguyu sonuna kadar diri tutmaktır. Peki nasıl yapar? Metne büyük bir soru yerleştirip, bunu küçük sorularla besleyip büyüterek ve cevabı erteleyerek, bir bakıma belirsizliği sürdürerek…
O hâlde baştaki soruya dönelim. Yazar öyküsünde olacakların tümünü baştan biliyorsa neden söylemiyor? Guin’in cevabı net; “… bildiği şeyi bizden esirgeyerek şüphe ve belirsizliği uzatmak isteme[ktedir].” (s. 38)
Öyle ise belirsizlik ve şüphe -merak- bir edebi metnin gücünü artıran en önemli vasıflardan biridir. Hatta kimi yazarlar, meselâ Ömer Seyfettin bunu sık sık yapar, özellikle tarihî öykülerinde belirsizliği derece derece artırır ve sonu oldukça şaşırtıcı biçimde bitirir. Aynı şeyi Çehov’un kimi öykülerinde de buluruz. Oscar Wilde’ın Lord Arthur Savile’in Suçu” adlı öyküsünün en güçlü yönlerinden biri de bu belirsizlik ve şaşırtıcı sondur.
Konuyu Carson McCullers’in “Küskün Kahvenin Türküsü” (İş Bankası Yay., 2020) adlı öyküsünden örnekler vererek açayım. Bu öyküde anlatıcı bir kasabadaki kahvede -artık kapanmış bir kahvedir bu- yıllar önce Miss Amelia, Kuzen Lymon ve Marvin Macy arasında yaşanmış ve kendisinin tüm ayrıntılarını bildiği birtakım olayları anlatacaktır. Bütün olayları baştan bilmesine rağmen belirsizliği ustalıkla, hatta açıkça erteler. Meselâ öykünün kilit olaylarında biri Miss Amelia ile Marvin Macy arasında ancak on gün süren evlilik olmasına rağmen bunu anlatmayı ortalara bırakır. Ardından Marvin’in bu evlilikten sonra Amelia nedeniyle her şeyini yitirip hapse düşmesi ve hapisten çıkıp kasabaya dönmesiyle havada bir intikam kokusu duyulur. Anlatıcı, gerilimi diri tutmak ve merak duygusunu kamçılamak için okurlara açıkça “Öykümüzde sonradan korkunç bir rol oynayacak olan bu Marvin Macy’yi unutmayın sakın.” (s. 36) diye seslenmekten dahi kaçınmaz. Bir kavga olacaktır bu kesin, ama ne zaman, nasıl?
Anlatıcının merak kamçısı aralarda yine şaklar: “Herkes soluğunu tutup bekliyor, gene de hiçbir şey olmuyordu. Dövüşün sırası gelmemişti henüz.” (s. 62); “Bu dövüş hazırlığı her gece bir öncekinden daha uzun sürüyordu.” (s. 68). Bu cümlelerle belirsizliğin ertelendiği ve okurun merak duygusunun diri tutulmaya çalışıldığı açık.
Ve sonunda beklenildiği üzere bomba patlar. Peki kavga nasıl sonuçlanmıştır? Okuru sayfaların peşinden sürükleyen soruların belki de en önemlisidir bu! Bilinmezlik ve belirsizlik, insanı öykülerde olduğu gibi hayatın peşinden de sürüklemiyor mu, umudun ve hayalin annesi değil mi? Biz de öyküleri umut ve hayal adlı o iki çocuğun peşine düşmek için okumuyor muyuz?