Oscar Wilde’dan bir kader öyküsü
Bu mümkün değil ama, bir an insanın gelecekte başından geçmesi mukadder bir olaya vakıf olduğunu düşünün!..
Oscar Wilde’ın “Lord Arthur Savile’in Suçu” (Dost Kitabevi Yay., 2005) adlı öyküsü tam böyle bir konuyu işler. Öykünün kahramanı Lord Arthur, Lady Windermere’in konağındaki bir davette avuç içine bakarak insanın geleceğini okuyan Mr. Podgers’le tanışır ve ondan bir cinayet işleyeceğini öğrenir.
Böyle bir durumda insan ne yapar? Cinayet işleyeceği kesin, bunu değiştirmek imkânsız. Herhâlde yapılacak en makul şey, kendisine bildirilen mukadder olayı plânlamak, cinayeti şüphe uyandırmayacak biçimde işleyerek kaderi icra etmek ve bundan olabildiğince zararsız bir şekilde kurtulmak. Ama asıl mesele burada: Bir insan, bilse dahi mukadder olanı plânlayabilir ve plânladığını aynen icra edebilir mi? Meselâ öldüreceği kişiyi belirleyebilir, istediği şekilde, istediği zaman ve istediği mekânda öldürebilir mi? Öykünün ana düğümü bu. Felsefî ve dinî bir sorun!
Wilde, işte böyle bir kader oyunu sahneliyor öyküsünde. Aslında böyle bakarsak, dünyayı bir sahneye, kaderi oyuna, Tanrı’yı senariste, yarattıklarını oyunculara benzetebiliriz. Lâkin Tanrı’nın yazdığı gerçek hayattaki oyun ile tiyatrodaki oyun arasında fark var. Bir tiyatroda oyuncular, oyunu ve rolü seçebilirler. Oysa hayat oyununda seçme hakkı yok. Başa çıkamayacağımız rolleri dahi oynamaya mecburuz. O nedenle Wilde “Dünya bir sahnedir, ama roller kötü dağıtılmıştır” (s. 29) der ve bir bakıma felekten şikâyet eder. İnsan, var olduğundan beri rolünden şikâyet etmiyor mu?..
Lord Arthur da kendi seçmediği, ama vâkıf olduğu, deyiş yerindeyse senaryosu eline tutuşturulan bir oyunda oynayacaktır. Kendisine verilen rol, bir cinayet işlemesidir, kaderidir, kaçması mümkün değildir. Bu durumda işi oluruna bırakmaktansa plân yapar. Akrabalarından yaşlı bir kadını maktul olarak seçer, ona mide ilâcı diyerek, aldığı zehri sunar, kadın ilâcı sevinerek kabul eder ve içeceğini söyler. Arthur kendisine biçilen rolü hatasız icra etmiştir. Kadın o gece ölür. Ama ertesi gün beklenmedik bir şey olur. Arthur, kadının evinde ilâç şişesini bulur, zehir içinde durmaktadır. Kadın ilâcı içmeden eceliyle ölmüştür. Dolayısıyla vuku bulan, Arthur’un kaderi değildir.
Başkahraman bunun üzerine bir başka maktul bulur. Bu kez hedefte bir papaz vardır. Cinayeti ustaca plânlar, gerekeni yapar. Papaza bomba düzenekli bir saat gönderir. Ama hayır! Tanrı’nın yazdığı ve falcı aracılığıyla vakıf olduğu kader oyununu bu defa da icra edememiştir.
Bu iki olaydan nasıl bir sonuç çıkarılabilir? Bana göre şu: Kaderine vakıf olsan ve sonra kimi, nasıl, ne zaman, nerede öldüreceğini çok iyi plânlasan da sen sadece bir oyuncusun, icra kararı Ulu Yazıcı’ya aittir. Nitekim Arthur da “… cinayeti işlemek için elinden geleni yapmış (…) fakat sanki Kader’in ta kendisi ona ihanet” (s. 60) etmiştir.
Fakat ne yapmalı? Tıpkı Arthur gibi “Bırak Kader ağlarını örsün” (s. 60) deyip oyundan mı çıkmalı? Bu mümkün değil. Çünkü yazgı gereği oyun, her hâlükârda Arthur tarafından oynanacaktır. Bir gece yarısı Thames Nehri kıyısında el falına bakan Mr. Podgers’i görür. İşte kader vakti! Plânsız ve programsız! Ulu Yargıç, işaretini vermiş, Arthur, Podgers’i âniden nehre atmış; “kader hükmünü yerine getirmişti[r].” (s. 62)
Şairin dediği gibi “Kaderin üstünde bir kader vardır”. Oyuncu plân yapabilir, tevekkül gereği yapmalı ve oynamalıdır da. Ancak bu, plânın gerçekleşeceğine ve onun kaderin öznesi olduğu anlamına gelmez. Bir de şu var: Mr. Podgers. Kaderi bilmek, onu kaza okuna dûçar olmaktan kurtarmıyor.
Deha böyle bir şey; zekice kurgulanmış olaylar ve metni saran sıkı bir felsefî içerik. Sonra zihnin kanatlanışı…