Necip Fazıl ve babası
Kişiliğin çekirdeği çocukluktadır bence. Sezai Karakoç “Köpük” adlı şiirinde der ya; “Bir insanı al onu çöz çöz çocuk olsun.” Yumağı çözünce içimizdeki çocuk çıkıyor. Sanatçı da insan elbet, eseri de bir yumak, çözüyoruz, içinde bir çocuk!..
Meselâ Ece Ayhan’ın dil ve iktidar karşısındaki o agresif ve marijinal tavrının, o uç eğilimlerinin arkasında baba tarafından terk edilen ‘karaşın bir çocuk’ vardır bence. “Mor Ötesi Requem”i okuyun, o örtük dilin altında kapkara bir çocukluk göreceksiniz. Benzer sorunlar, üvey anne bağlamında Cemal Süreya’da, baba tarafından terk edilme bağlamında İlhan Berk’te de var. Hatta İlhan Berk, babasına o kadar kızgındır ki, mezarının yerini dahi bilmez, bilmek istememiştir!..
Demek ki otoriter bir baba ya da çocuklukta babayla sağlıklı kurulamayan ilişkiler, “kötü bastırılmış ödipyen fantasmalar, nevrotik belirtiler hâlinde” (J. D. Nasio, “Oedipus: Psikanalizin En Önemli Kavramı”, Çev. Canan Coşkan, Say Yay., s. 138) yetişkinlikte ortaya çıkıyor ve genelde sanat eserlerine yansıyor. Bu bakımdan edebî eserler, psikanalitik analizin de konusudur.
Buradan şuraya geleceğim: Necip Fazıl, eserlerinden de anlaşıldığı üzere kendine mahsus bir kişilik, cins bir kafa!.. Ruh itibarıyla hafakanlı, med-cezirli, buhranlar içinde. Bu bakımdan eserleri psikanalitik bir analize tâbi tutulabilir. Onun bu fırtınalı ruhunun, hatta dinde ve tasavvufta sükûnet aramasının arkasında belki de çocukluktan kalan birtakım izlerin payı vardır.
İşte bu sebeple Kısakürek’in babasıyla ilişkisine dair kendi notlarından bazı pasajlar aktarmak istiyorum. “Kafa Kâğıdı”ndan (Büyük Doğu Yay., 1984) anlaşıldığına göre şairin babasına bakışı oldukça olumsuzdur. Meselâ onun daha gençlik yıllarında uçarı, hovarda, “şehvanî duygularda azgın” (s. 47), “kırdığı kırdık, astığı astık bir canavar” (s. 46) olduğunu söyler. Mehmed Hilmi Efendi, adı “Deli Fazıl”a çıkmış evlâdının bu “akıl hayal almaz azgınlıklarından bîzar” (s. 46) olduğu için çareyi onu hemen evlendirmekte bulur.
Kısakürek, belli ki annesine çok düşkün, eserinde onu hep sevgiyle anıyor, ama “Fazıl Bey’in koynuna atılan” bir kurban, “konağın hizmetçisi ve Fazıl Beyin bilmem ne otu gibi müsekkin ilacı” (s. 48) olarak görüyor. Şairin anne ve babasına dair duygularını öğrenmek bakımından şu ifadeler dikkat çekici:
“…annem konağın ırgatlığı işinde devam etsin ve babam altın kaplama bastonunu havaya kaldırarak, aklı fikri hep dışarılarda, gezip dolaşsın…” (s. 114)
Aslında bu satırlar Üstad’ın anneye olan yakınlığını ama babaya olan tepkisini dışa vuruyor.
Baba evlendikten sonra da pek akıllanmaz, eşine ve çocuğuna ilgi göstermez. Bu sebeple Kısakürek kitabında yer yer “Babam kendi havasında ve ortada yok” (s. 54), “Babam bir isimden ibarettir” (s. 94), “Babamdan gördüğüm bütün alâka bu kadardır” (s. 153) der, hatta bir de örnek verir; babasına bir gün hâlini arz eden bir mektup yazar, ama o oğluna sadece “Ne kadar güzel yazın ve üslûbun varmış!” diye cevap verir. Ne kadar acı! Oğul büyük bir hüzünle şunları yazıyor:
Babam bana böyle bir “cevap verecek kadar oğlundan habersizdi” (s. 154)
Ve sonra… Kısakürek’ten dinleyelim:
“Nitekim babam, kendisi otuz yaşında ve oğlu 13 yaşındayken, annemi boşadı ve bana mektepten her çıkışımda dayıma, annemin yanına sığınmak düştü.” (s. 154)
Aslında şu satırlar, Necip Fazıl’ın babasıyla ilişkisini tüm çıplaklığıyla özetliyor:
“4 yıl sonra, ben Erzurum’da dayımın yanındayken ölüm haberini alacak olduğum babamı bir daha görmedim ve onunla, o çağıma değin hayatımda hepsi hepsi 1 günlük kadar konuşamadım.” (s. 155)
Hayallerimizdeki şairle hayattaki insan başka. Gerçek Necip Fazıl, gerçek insan, hüznüyle, kederiyle ve özlemleriyle bu satırlarda bence… Onu bu hâliyle seviyorum, eksiğiyle, hüznüyle, özlemiyle!..