Mağduriyet dilinden kekemeliğe…
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında dindar kesimin en önemli politik sesi, hatta bu sesin kurucusu Necip Fazıl’dır. Nasıl bir dildi bu? Etkili olmuş muydu, olduysa niçin olmuştu? Bu sorular önemli, çünkü aynı dil, sermaye, medya ve devletin çeşitli imkânları gibi her türlü güce sahip olmasına rağmen artık etkili olamıyor! Neden?..
Önce şunu belirteyim: Hayalî cemaat diye bir kavram var. Ernest Renan’ın da belirttiği gibi ‘ulus’lar son kertede yapay topluluklardır. Oluşumunda gerçekle efsane iç içe girer. Tıpkı uluslar gibi her cemaat de menkıbelerle kendine bir kale inşa ediyor. Sanatın bu kaleyi inşa etmede önemi tartışılamaz. Bu bağlamda Cumhuriyet sonrası dindar kitlenin de Türk edebiyatında kendine uygun bir dili vardı. Edebiyatta ve basında İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında -Büyük Doğu ile (1943)- filiz veren bu dilin en önemli kurucusu Necip Fazıl’dı. O, sadece edebî eserleriyle değil, tarihî eserleriyle de geniş halk kitlelerinde karşılık bulan popüler ve politik bir mağduriyet dili oluşturmuştu. Bu dilin en önemli kurucu metinleri meselâ “Sakarya” veya “Zindandan Mehmet’e Mektup”tu. O yıllardan 2000’li yılların başlarına kadar, kendini Sakarya ile özleştiren; ezilen, “yüzüstü sürünen” ve “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” olarak gören bu kitle, sanat ve siyasette bu mağduriyet ve mazlumiyet dilinden beslendi. Sezai Karakoç, Mavera ekibi, Edebiyat Dergisi çevresi bu dili Anadolu sınırları dışına taşırıp tüm İslâm dünyasının mazlumiyet ve mağduriyet dili hâline getirmeye çalıştılar. Doğrusu Türkiye’de sol da, milliyetçi kesim de mağduriyet dilinden besleniyordu. Bu anlamda sol, sömürülen halkların, yoksulların, milliyetçi kesim de esir Türk illerinin sesi olmayı üstlenmişti.
Peki bu mağduriyet dili etkili oldu mu? Evet oldu!.. En açık delili, bu dilin politik sahada pratiğe yansımasıdır.
Niçin etkili olmuştu? Aslında bu, sanatın muhatap üzerinde etkili olabilmek için taşıması gereken bir vasfı açıklamak bakımından da önemlidir. Dilin; daha doğrusu sözün etkili olması için bence mutlaka bir nesnel karşılığının bulunması lazımdır. Eskilerin deyişiyle kâl/ söz, hâl/ durum, hatta zaman ile örtüşürse, geçen haftaki yazımda da bahsettiğim üzere duygusal aktarım, yani muhatapta yaratılan etki kuvvetli olur. Necip Fazıl’ın mağduriyet dili etkili olmuştu, çünkü meselâ gerek tek parti dönemi, gerekse 27 Mayıs Darbesi bu dilin en görünür nesnel karşılığı idi. Bu dairede Sezai Karakoç, Âkif İnan, Nuri Pakdil ve Cahit Zarifoğlu’nun İslâm dünyasına yönelik olarak inşa ettikleri mağduriyet dilinin yegâne karşılıkları da meselâ Filistin ve Afganistan’daki savaşlardı.
Eğer meselâ dindar kesimin roman ve sinema tarihine bakarsanız, bir dönem dindar kadının kamusal alandaki –özellikle başörtüsüyle ilgili- mağduriyetine odaklandığını görürsünüz. Söz konusu eserler, sanatsal niteliklerinden çok, toplumdaki nesnel karşılıkları nedeniyle muhafazakâr kitlelerin ilgisine mazhar oldular.
Söylemek istediğim şu: Mağduriyet dili -sanatsaldı değildi bu ayrı bir mesele- bir döneme kadar söz konusu kitle üzerinde etkili oluyordu. Ve dindar kesimin sanatı temelde bu dil üzerine inşâ edilmişti.
Ya şimdi?.. Bence şimdi bu dilin hiç bir karşılığı yok!.. Kimi kez, bir alışkanlıkla olsa gerek, bazen siyasiler, mağduriyet diliyle üretilen bu metinlere atıfta bulunarak, söz konusu kitleyi kendilerine çekmeye ve heyecanlandırmaya çalışıyorlar, ama!.. Evet ama, etkili olmuyor. Çünkü o metinlerin artık o kesimde –özellikle gençlerde- nesnel bir karşılığı yok!
O kesimin kimi edebiyatçıları, bu dilin artık geçersizleştiğinin farkında. Ama kâlle hâl arasında açılan mesafenin şaşkınlığı içinde nasıl bir dil tutturacaklarının şaşkınlığı içindeler. Bu kekeme dil, gerçek nesnel karşılığını bulduğunda çözülecektir.