Layhâr Sultan’a Nailî’ye ve Kavafis’e dair
Naili’nin Divan’ını (Nailî Divanı, haz. Haluk İpekten, Akçağ Yay.1990) okuyordum. “Gideriz” redifli bir gazeli vardır hani “Hevâ-yı aşka uyup kûy-ı yâre dek gideriz/Nesim-i subha refikiz bahâra dek gideriz” diye başlayan. Orada şöyle bir beyit geçer:
“Tarîk-i fâkada hem-kefş olup Senaî’ye
Cenâb-ı Külhânî-i Layhâr’a dek gideriz”
Rindâne şiir, dünyaya eyvallahı olmayan! Beyti okuyunca aklıma Ece Ayhan, Konstantinos Kavafis, Layhar ve külhanbeyleri geldi. Ne alâkası var diyeceksiniz. Var ama sırayla gidelim.
Nailî bu beytinde, fakirlik yolunda Hakîm Senaî’ye yoldaş olup külhanîlerin pîri Layhâr’a dek gideriz diyor. Peki kim bu Layhâr? Lay, sözlükte şarap tortusu, hâr ise içmek anlamına gelir. Layhâr, şarap tortusu içen demek. Ebuzziya Tevfik’in “Yeni Osmanlılar Tarihi”nde ve Reşat Ekrem Koçu’nun “Patrona Halil”inde külhanîlerle ilgili bazı bilgiler var. Ebuzziya, bu bilgiyi Rodos’ta sürgünken tanıdığı Sami adlı bir külhanbeyinden almıştır. Buna göre Layhâr, Gazneli Mahmut devrinde külhanda yaşayan ve fakirlikten şarap tortularını içen bir rind-i laubalidir. Ebuzziya, Senaî ile karşılaşmasından bahseder. Naili’nin beytinde buna atıf vardır. Osmanlıda evsiz barksız, kimsesiz çocukların hamamların külhanında kaldığı, külhanbeyiliğin de buradan çıktığı biliniyor. Ama sonra dağıtılmıştır.
“Yeni Osmanlılar Tarihi”nde anlatıldığına göre külhaniliğe kabul bir törenle olur. Külhana kabul edilmek için çocuğun mutlaka anne ve babasız olması gerekir. Bu çocuklar önce pirinç ve yağ toplayıp külhana getirirler, sonra pilav ve helva pişirilip yenir. Yemekten sonra külhanî baba, bir lokma ekmeği tuza batırıp üç parmağıyla tutarak şu manzumeyi okur ve yer:
“Bu ocağın adı gerçek külhandır
Yersizlere yurtsuzlara mekandır
Nice erler yetişmiştir külhandan
Kimbilir kim bugün nerde pinhandır
Ana baba bucağına sığmayan
Yavrucaklar bu ocakta mihmandır
Pîrimizdir bizim koca Layhâr
Hak budur kim eşi gelmez sultandır
Hu çekelim Layhâr’ın ruhuna huuu
Ânın içün bay u gedâ yeksandır!”
Ardından “külhan kardeşliği” denilen bir törene geçilir. Külhana girecek iki çocuk ortaya alınır, ikisi de çırılçıplak soyulur. Büyük bir gömlek getirilir, bu ‘Layhar’ın gömleği’dir. İki yakalı. Destebaşı, sağ tarafa külhana kabul edilmiş eski çocuğu, sola yeni girecek çocuğu alır. Sağdaki, gömleğin sağ koluna, soldaki de sol koluna kolunu sokarak aynı gömlekte âdeta yekvücut olurlar. Sonra külhancı ocağın ağzına dönüp dizüstü oturmuş hâlde; “Ey Layhâr’ın evlâtları; burası baba yurdudur. Burada senin benim diye bir şey yoktur. Burada herkes birbiriyle kardeştir. Bir anadan doğanlar, bir babadan olanlar belki birbirlerini boğazlarlar; fakat Layhâr’ın evlatları birbirlerini tek vücut bilirler….” (Yeni Osmanlılar Tarihi, s. 751) diye devam eden bir konuşma yapar, pîrleri Layhâr’ın ruhuna bir Fatiha okuduktan sonra oradakiler birer birer gelip gömleğin içindekileri “Hoş geldin kardeş…” diye öperler. İki çocuk o gece aynı gömlekte kül üstünde uyur.
Ece Ayhan bir şiirinde bu törene atıf yapıyor:
“Hava gırçımadır
İki çocuk da bir gömlek içinde
Valde külhandadır
Hâfız! Sence çocuklar
Çiçeklerin koynunda uyumalıydı değil mi?” (Bütün Yort Savul’lar, YKY, 2004, s. 157)
Kavafis’le ilgisine gelince… Kavafis aslen İstanbullu bir Rum ailesine Fotiadis’lere mensuptur. Annesi Hariklia, elmas tüccarı Georgios Fotiadis’in kızıdır. 1882’de İskenderiye’den İstanbul’a gelmiş, akrabaları Fotiadis’in Yeniköy ve Kadıköy’deki evinde kalmışlardır. Kavafis, Ece Ayhan’ın dediğine göre, “Pera’da, Taksim Caddesi’ndeki Pellos Halamda kalacağım!” der ama külhanda böyle törenlere katılmıştır (Şiirin Bir Altın Çağı, YKY, 1993, s. 111-114).
Böyle işte Layhar’dan Naili’ye, oradan Kavafis’e ve Ece Ayhan’a, metinler onları bir ‘külhan’da buluşturuveriyor...