Günlüklerdeki Tanpınar
Dönüp dönüp durdum Tanpınar’ın günlükleri üzerinde bir hafta boyu. Sonunda ne buldum? Net bir kişilik, aydınlık bir yüz, disiplinli bir çalışma, düzenli bir hayat, mutlu bir adam mı? Hayır! Bulduğum dağınıklıktı; parasızlık, hastalık, yersizlik, kadınsızlık, ailesizlik… Düzenli ve disiplinli çalışmadan yoksun bir adam, parça parça alınmış notlar, yarım kalmış bir sürü çalışma ve en önemlisi geç kalmışlık hissi! Evet evet, “Ne hazin kendimi çok geç buldum” (s. 195), “Acayip bir kader her şeyi geciktirdi. Öyle ki elli üç yaşımda ilk defa evlenen ihtiyar bir kız gibi dışarıya gittim. Kırk yaşında tek odada müstakil bir evim oldu. Her şey hayatımda her şey geç oldu.” (s. 300) dediği üzere ağır bir geç kalmışlık hissi altında ezilmiştir Tanpınar. Bu sebeple her şeye birden saldırıyor, dikkatini bir konuya veremiyor, yoğunlaşamıyor, işlerini sıralayamadığı için hiçbir şeyi bitirememenin azabıyla kıvranıyordu (s. 224). Meselâ Avrupa’yı görmekte geç kalmıştı. Paris’e ilk gidişinde “Yirmi bir sene evvel gelmem lâzım gelen yere şimdi geliyorum.” (Tanpınar’la Baş başa, Dergâh Yay., 2008, s. 84) der. Zavallı Türk aydını, bir komplekstir Avrupa onun için! Batı’yı hep susuzluğunu giderecek pınar gibi gördü. Orayı görmese, solup kuruyacağını, daima eksik kalacağını sanıyordu. Tanpınar da öyle, yıllar sonra, hayatı boyunca beklediği fırsat 1953’te eline geçince, çılgın gibi dolaşır Avrupa’da: Müzeler, kiliseler, galeriler, sergiler, tablolar, heykeller… Alınan bir sürü dağınık not ve Avrupa’da bir avuç bohem, derbeder bir kafile.
Günlüklerinin tümünü aklımdan geçiriyorum da; hayatında bir şeye gönülden bağlandı mı diye sordum kendi kendime. Meselâ çok sevdiği dostu ya da dostları var mıydı? Bence hayır! Ne üniversitede ne sanat-edebiyat çevresinde içini dökeceği bir dost, ait olduğu bir çevre, bir dünya görüşü yoktu. Can sıkıntısından evlerine gidip geldiği ‘doğuştan seçkin’, çoğu varlıklı ve sola yakın sanatkâr ya da akademisyen bir çevre içinde daima iğreti duran, ezik, sıkıntılı bir adam var karşımızda. Günlük hayatta onlarladır genelde ama bir türlü giremez içlerine. O çevrenin de kendisini samimiyetle kabul ettiğini sanmıyorum. Nitekim “yüksek tabakadan değilim. O imkânlarım yok.” (s. 164) diyerek itiraf eder bunu. Ne orada ne burada, ne sağda ne solda, hiçbir şeye tam olarak mensup olamayan, hep eşikte!.. “Süheylâ (Bayrav) ile dostluk, Mehmet Ali, Adalet. Fakat… Hiçbir yerde, rakı sofrası hariç, kendimi bulamadım.” (s. 113)
Mensubiyet meselesine devam edeyim. Hayatında bağlanacağı bir aile yok meselâ. Sadece fakir bir abla ve enişte! Ve ömrü boyunca onlara bir ‘baba’ gibi kol kanat germeye çalışan, çırpınan parasız Tanpınar: “Aksaray’da bir ev var (…) Benden para bekliyorlar. (…) Nasıl bu insanları bırakabilirim.” (s. 134)
“Keşke evlenmiş olsaydım...” (s. 62) der bir günlüğünde, aile ve çocuk özlemini “Bir oğlum olsaydı, iki dil, felsefe ve riyaziye öğretebilseydim! En kuvvetli liseyi bitirtseydim.” (s. 200) sözleriyle dile getirmiş. Belli ki bu, Yahya Kemal gibi onda da bir yara. Ve kadınsızlık, -Cemil Meriç gibi- “Müthiş bir kadın ihtiyacı gece beni rahatsız etti. Yirmi gün oluyor bu kadar korkuncunu görmemiştim.” (s. 127) diyecek kadar büyük ıstırap. Aşk, daima uzaktan ve platonik. Kadınlar da genelde sanatkârca seyredilen plastik bir güzellik. “Hayatımda aşk yok” (s. 93) diyor bir yerde. Doğru! Yaşama aşkı, bir yere aidiyet, çalışma istikrarı ve düzeni yok! Bedbin, bedbaht ve yalnız…
Tanpınar da angoise’ın çocuğu. Bu kavram Cemil Meriç gibi onun da ilgisini çekmiş (s. 256). Ama Meriç pervasız, ısrarcı ve Batı karşısında mağrur, kendisiyle hesaplaşır. Tanpınar, korkar yüzleşmekten, nadiren hesaplaşır. Arada daima: Doğu ile Batı, hâl ile mazi arasında. Zamanın ne içinde ne de büsbütün dışında.