Görünen, gösterilen, fotoğraf ve hakikat
Hayal kırıklığı, bize anlatılan ya da tahayyül ettirilen (gösterilen) dünya ile ‘gördüğümüz’ dünya arasında benzerlik olmadığını fark ettiğimizde ortaya çıkan duygudur, yani kandırılma!.. Bu durumda tahayyül ettirilenle görünen arasındaki mesafe ve fark ne kadar büyükse hayal kırıklığı da o derece şiddetli olur.
Andre Gide’in “Pastoral Senfoni”sinde Gertrude’u intihara sürükleyen işte tam da böyle bir hayal kırıklığıydı. Romanda rahip, doğuştan kör bir kız olan Gertrude’a bir dünya tahayyül ettirir. Genç kız, ameliyatla gözü açıldıktan sonra tahayyül ettiği/ gösterilen ile gördüğü arasındaki çelişkiyi fark ederek büyük bir yıkım yaşar. O hâlde burada şöyle bir gerçek ortaya çıkıyor: Gösterilenle gerçek her zaman örtüşmez!
Peki bu durum, fotoğraf için de geçerli olabilir mi? Fotoğrafın gösterdiğiyle gerçek örtüşmeyebilir mi? Bu soruya John Berger’in “O Ana Adanmış” (Çev. Yurdanur Salman – Müge Gürsoy Sekmen, Metis, 2016) adlı kitabındaki fotoğrafa dair yazılarından yola çıkarak cevap vermeyi deneyeceğim.
Fotoğrafın en masum ve doğal işlevi, kanaatimce hayatın bir ânını kayda almak ve o ânın şahidi olmaktır. Bu durumda şahitlik, akla gelen ilk işlevi. Bilmek isteyen insan için fotoğraf/ görüntü, önemli bir kanıt! Çünkü fotoğraf, Berger’in deyişiyle “her şeyi en yakından gören tanık” (s. 78), doğal hâline bırakıldığında güvenilir bir şahit. Meselâ resim fotoğraf kadar gerçek değildir, çünkü görünen nesne ile çizilen resim arasına ressamın bilinci girer, böylece doğal nesne ‘sanatsal yorum’la değişir. Fotoğrafta da yorum vardır ama resim kadar değil. Fotoğrafçının elinde yorum imkânı olarak sadece ışık ve perspektif var. Berger’in şu sözü çok güzel: “Fotoğraflar görünümlerden çeviri yapmazlar. Onlardan alıntı yaparlar.” (s. 100). Çeviride az ya da çok yorum olur, alıntıda yok.
Toparlayalım; her fotoğraf, anlık görüntüleri saklayan geçmişe ait bir belge, bir izdir, saklayarak ve hatırlatarak hafızaya katkı sunar. Böylece o ânı hiçlikten kurtarır, hatırlatarak geri çağırır. Çünkü unutulan şey terk edilmiştir. Fotoğraf görüntüyle terk edilmeye karşı direnir. Hatta bu işleviyle fotoğrafçı, insanın sağ ve sol omzundaki görüntü meleğidir denebilir.
Bu, fotoğrafın olumlu yönü. Ama olumsuz yönü de var! Fotoğraf gözetleme, propaganda, yönlendirme, reklam ve ifşa aracına dönüştüğünde, hakikati ve hayatı sürdürmeyi değil, bakanı kendine tâbi etmeyi amaçlar, şöyle ya da böyle bir tahakküm, bir telkinle gerçeği kendi erki için çarpıtan bir araç olur. Fotoğraf makinesi yalan söyleyemez derler ama, bence bu doğru değil! Özellikle kapitalist kültürle fotoğraf, hakikatin aracı olmaktan çıkmıştır; meselâ reklamcılıkta satın almayı çoğaltmak ve hızlandırmak için tüketiciyi aldatmaya yönelik yalanlar yaymakta, cinsel görüntülerle bedeni metalaştırmakta, Berger’in deyişiyle “doğayı, tarihi, acıları, başka insanları, yıkımları, sporu, cinselliği, siyaseti bir gösteriye dönüştür[erek]” (s. 83) satışa arz etmektedir.
Bu neye benzer biliyor musunuz? İnsanın sağ ve sol omuzunda, sadece hakikati kaydetmekle görevli meleklerin Tanrı’yı yalan fotoğraflarla aldatma girişimine. Oysa mahşer günü her varlığın önüne aynası/ Büyük Fotoğraf konulacaktır, tıpkı Dorian Gray’in portresi gibi. Kim Büyük Fotoğraf önüne konulduğunda “Pastoral Senfoni”deki Gertrude’un hayal kırıklığını yaşamak ister? Turgut Uyar, “Büyük Saat” diyordu hakiki zaman için, ben de görüntü için Büyük Fotoğraf diyorum. Her fotoğraf, aslında o Büyük Fotoğraf’ın bir ânı, küçük parçası…
Fotoğrafçının asıl görevi, hakikate tâbi olmak, görüntüyü hakikatin bir parçası kılmak, insana ait olduğu büyük görüntüyü hatırlatmaktır. Ama bugün fotoğraf güce tabidir ve hakikati çarpıtma işlevi görmektedir.