Görmek, günahla tanışmaktır!
Hayal, insanın zihninde kurguladığı şeydir. Beş duyu organımızla idrak ettiklerimiz ise hakikat… Ama hayallerimizin beslendiği âlem, şöyle ya da böyle duyu organlarımızla idrak ettiğimiz somut âlem. Sezai Karakoç’un “realitenin sıfır noktası” dediği yer orası. Eğer insanın beş duyu organı olmasaydı hayal edemezdi. Çünkü hayal için benzetme ve kıyas lâzım. Benzetme ve kıyas ise ancak somut âlemde idrak edilen olgu ve eşyalar vasıtasıyla yapılabilir. Zihnin müşahhastan mücerrede doğru ilerleyen bir çalışma sistemi var. Mücerrede doğru ne kadar ilerlerse, hayal kudreti o derece kuvvetli ve zengin oluyor. Bu da kıyas ve benzetme yapacağı somut âlemin zenginliğine bağlı. Zihnin muhatap olduğu somut âlem ne kadar zengin ve çeşitliyse, hayal kudreti o derece zengin oluyor. Yeri gelmişken çok kültürlülüğün böyle bir faydası var. Kültürü bir etnisiteye veya inanca indirgediğinizde, tahayyül ve tefekkürün kıyas ve benzetme dairesini daraltıyorsunuz.
Şimdi bir soru: İnsanın beş duyu organlarından biri eksikse -örneğin gözü görmüyorsa- hayal edemez mi? Bu sorunun cevabını André Gide’in “Pastoral Senfoni” (Çev. Buket Yılmaz, Timaş Yay., 2018) adlı romanında buluyoruz. Hatta Vladimir Korolenko’nun “Kör Müzisyen” (Çev. Levent Özübek, VakıfBank Kültür Yay., 2020) romanı da aynı konuyu işliyor.
Yukarıdaki soruya peşinen cevap vereyim: İnsanın beş duyu organlarından biri eksikse, hayal edebilir! “Pastoral Senfoni”deki gözü doğuştan görmeyen Gertrude ve “Kör Müzisyen”de Pyotr gibi. Ama bunu yine başka bir duyu organının müşahhas âlemden idrak ettiği şeyler vasıtasıyla yapar. Her iki romanda da kulak, zihinde görmeyi sağlayan en önemli organdır. İki kahraman da büyüklüğü, küçüklüğü, renkleri ve şekilleri tabiattaki sesler vasıtasıyla idrak edip zihinlerinde bir görüntüler âlemi hayal ederler. Ancak burada “Pastoral Senfoni”de olduğu gibi bir sorun ortaya çıkabilir. Şöyle: Gertrude’un gözü rahiptir. Genç kız âlemi ancak rahibin gösterdiği biçimde tahayyül eder. Dolayısıyla hayal ettiği kendi görüşünün ürünü değil, ona ‘verilen’i görebiliyor! Peki ya verilen eksikse, gerçeğe uygun değilse!.. Nitekim rahip ona dünyayı olduğu gibi yansıtmaz. Birlikte Beethoven’ın “Pastoral Senfoni”sini dinledikten sonra Gertrude’un “Gördükleriniz gerçekten o kadar güzel güzel mi?” (s. 39) sorusuna verdiği şu cevap, aslında bir itiraftır:
“… tarif edilemeyecek kadar güzel olan bu ses uyumu dünyayı olduğu gibi değil, kötülüklerden ve günahlardan arınmış bir şekilde, olması gerektiği gibi anlatıyordu. Ve ben Gertrude’a o zamana kadar kötülükten, günahtan ve ölümden bahsetmeye cesaret edememiştim.” (s. 40)
Rahip, gerçeği çarpıtırken aslında dinî bir gerekçeye dayanır -Gide böylece romanda dinî bir konuyu da tartışmaya açar-; Hz. İsa’nın “Eğer kör olsaydınız, hiç günahınız olmayacaktı.” sözünü kendisine düstur edindiği için genç kıza günahsız, temiz, yasaksız bir âlem telkin eder. Bu bağlamda Gertrude, rahibin müşahhas âlemden kaçıp günahsız bir âleme sığınma vasıtasıdır. Dolayısıyla sorunlardan biri ‘gören göz’le (rahip) ilgili. Gören göz’ün sorunu reel âlemden kaçması, başkasının gözüyle idrak eden zihnin (Gertrude) sorunu ise ‘kendi sahih görüş’üne sahip olamaması! Neticede Gertrude’un hayalindeki âlemle, müşahhas âlem arasında bir ‘gerçeklik köprüsü’ kurulamıyor. İşte buna ‘hayal kırıklığı’ diyoruz; zihnimizde kurguladığımız hayalî âlemle, müşahhas âlemin örtüşmemesi durumunu idrak ettiğimizde yaşadığımız büyük acıya! Gertrude’un yaşadığı da budur! Gözleri açıldığında; “günahımızı gördüm” (s. 92) dediği üzere ‘günah’la yüz yüze gelir! Ve büyük acı: İntihar teşebbüsü!..
Dünyaya gözlerini açmak da bir tür cennetten kovulmak ve günahla yüz yüze gelmek değil midir? Eğer kör olsaydık, hiç günahımız olmayacaktı. Doğru! Ama kör değiliz işte!..