Fikir ve sanatta özge temaşa mı cemaat perspektifi mi?

Her bir insan kendine özgüdür; kendine özgü bakar, kendine özgü idrak eder… Kendi iradesi; dolayısıyla kendi tercihleri, kendi hayalleri, arzuları, sevdikleri, sevmedikleri vardır… Bu açıdan bakınca her bir insanın ‘ayrı bir gerçek’ ya da ‘ayrı bir perspektif’ olduğu söylenebilir. Nitekim Nailî’nin “Mestâne nukûş-ı suver-i âleme bakdık/ Her birini bir özge temâşâ ile geçdik” beytindeki “özge temâşâ” her insanın âleme kendine özgü bir temâşâ ile baktığına, onu kendine özgü bir şekilde idrâk ettiğine işaret ediyor. Yani Pascal’ın “Her atom bir evrendir” dediği gibi her insan bir âlemdir; lâkin Nabi’nin “Âlem-i suğrâyız amma âlem-i kübrâ ile” dediği üzere âlem içinde bir âlemdir. O hâlde şunu söyleyebiliriz; her insan âlemde öncelikle müstakil bir ferttir; kendine özgü bir perspektifi ve idrâki vardır; Nabi’nin “âlem-i suğrâ”sından, Nailî’nin “özge temâşâ”sından ben bunu anlıyorum.

Kanaatimce sanatın ilk ve vazgeçilmez şartı da “nukûş-ı suver-i âleme” “özge bir temâşâ” ile bakabilmektir. Tam bunları yazarken aklıma Hüseyin Cöntürk’ün Turgut Uyar’la ilgili o küçük ama nefis çalışması geldi. Cöntürk o çalışmasında; “Şairin iyi bir şair olması için (…) ‘özel bir dünyası’ olması ya da ‘dünyaya özel bir bakışı’ olması şarttır.” (Hüseyin Cöntürk, Turgut Uyar –Asım Bezirci, Edip Cansever, de Yay. 1961, s. 6) der. Sonra ekler, insanın bir içinde yaşadığı dünya, bir de kendi içindeki dünya vardır. Bu biraz, Schopenhauer’in “kafadaki dünya” ve kafanın dışındaki dünya” ayrımını andırıyor. Şairin içinde yaşadığı dünya her hâlde Nabi’nin “âlem-i kübrâ” dediği büyük âlemdir, içindeki dünya ise kendi dünyası, “âlem-i suğrâ”… Âlem-i kübrâ, cemiyet ise –bence öyledir- âlem-i suğrâ ferdiyettir. İlki genel/ tümel, ikincisi özel, tikel/ öznel, hatta özge… Sanatkârlığın ilk vasfı, bireysel perspektif; yani özge temâşâ!. O hâlde sanat, dış dünya karşısında bireysel bir tavır alışı, bireysel bir idrâki veya tarzı gerektirir. Zaten dış dünya, Cöntürk’ün deyişine göre; “hem kendi başına değerleri olan bir varlık; hem de şairin bakışına göre değer alan bir varlık” (s. 7) değil midir?.. Berkeley, bu düşünceyi daha da ileri götürüyor, “dünyanın devasa çatısını oluşturan bütün cisimlerin bir zihin olmaksızın kalıcı olmadıkları[nı], bunların varlıklarının algılanmak ya da bilinmek olduğu[nu]…” (Borges, Öteki Soruşturmalar, s. 253) söylüyor. Bu, bir anlamda varlığın kendi başına değil, ancak zihinler, “özge temâşâ”lar ile var olacağını, aksi takdirde var olamayacaklarını, hatta gerçeğin de her özge temâşâya göre değişeceğini ileri sürmektir. Burada Berkeley’in, zihni, idrâki var oluşun şartı gören düşüncesine katılmıyorum, Cöntürk’ün dediği gibi dış dünya (âlem-i kübrâ) zihin olmadan da kendi başına var olan bir âlemdir; ama şair bu âlemi zihninde (kendi küçük âleminde/ âlem-i suğrâ) yeniden ve kendine özgü bir biçimde var eder. Bu bakımdan sanattaki varlık/ var oluş ile doğadaki varlık/ var oluş farklıdır.

O hâlde şunun altını çizelim: İnsan evvelâ ferdî bir varlıktır. Bütün entelektüel faaliyetler –buna sanat da dahil- özge temâşâların ürünüdür. Ferdiyet olmadan cemiyet olmaz. Ancak otoriter toplumlarda cemiyet/ cemaat, ferdi, bireysel perspektifi ve idrâki siler, onu anonim bir zihne/ idrake dönüştürür, bu durumda gelişmenin, yenileşmenin yerini sürekli tekrar, daima aynı makamda söylenen şarkılar, şiirler, fikirler alır. Kanaatimce İslâm toplumlarının sanat, fikir ve bilimde geri kalmasının en önemli sebeplerinden biri, işte bu cemaat idraki ve iradesinin bireysel idrâk ve irade -dolayısıyla sanatsal ve fikrî yaratış-üzerindeki şiddetli hâkimiyetidir.
Ama Borges der ki; “Bir şey olmak, acımasızca öteki şeylerden hiçbiri olmamayı gerektirir.” (s. 218)

YORUMLAR (17)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
17 Yorum