Eski bir İstanbul’da kabadayılar
Bu hafta biz yine eski İstanbul’da dolaşmaya devam edelim.
Mafya, sadece bu çağa özgü bir şey mi sanıyorsunuz? Eskiden beri vardı. Adı mafya değildi, haramî idi. Daha güzel, daha anlamlı, neymiş mafya!..
Eski İstanbul’da da vardı bu tür çeteler. Tulumbacılar, kabadayılar, külhanbeyleri, tosunlar… Bunlar, kendilerine özgü hareketleri, giyimleri, dilleri olan renkli tiplerdi. Renkli ama tehlikeli de tabii. Yani öyle sempatik, sevecen değiller!
Şöyle okuduklarımdan çıkardığım kadarıyla tiplerini tasvir edeyim: Sol omuz hafif sola yıkık olacak, kahküllü saçlar sol kaşa değecek, başta hafif yana yatık kalın ibrişim püsküllü sıfır numara kalıplı fes olacak, omuzda kartal kanat ceket, onun altında adına patatuka denilen önü iri düğmeli fermane, camedan yelek, sonra içte göğüs kısmı oyuklu bir mintan, belde ipekli Sakız veya Trablus kuşağı, boğazda da önden düğümlü bir mendil. Üst tamam. Altta üstü dar, aşağı doğru genişleyen arka paçası koyu mor veya siyah kadife kaplı kıvrık bir pantolon, ayaklarda beyaz çorap ve arkasına basılan yumurta topuklu ayakkabılar. Daha bitmedi. Kuşakta saldırmanın yanında dökme pirinçten yapılmış aslan başlıklı bir de çekecek. Sıra geldi silahlara… Ceketin altından omuza asılmış bir saldırma, belde bir Karadağ tabancası -erbabı bilir bu tabancayı- belin öbür yanında usturpa denilen bir kamçı, eğer ayakta çizme varsa, çizmede bir söğüt yaprağı bıçak…
Tamam hazırdır artık namlı kabadayımız. Aksaray’a çıksın, şöyle bir nâra atsın! Bugünküler nâra mı atıyor yahu. Ecdadın kabadayıları dahi şair:
“Heeeeyyttt! Var mı bana yan bakan
Fesimiz kaş üstünde püskülü saçak
Ceketim omuzda belimde kuşak,
Bir yanda tabanca, bir yanda bıçak
Yan bakma babalık yakarım seni!
Yemenim küt burun, yumurta topuk
Ecdaddan külhanbeyim, değilim kopuk
Şaşırıp sataşma sakın babalık
Kulaklarından duvara çakarım seni!”
Eeee bu nârâdan sonra mahallenin belâlısına kim yan bakabilir! İstanbul bu! Sonra yoğurtçular, sütçüler, gazete müvezzileri, arkasından Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun hikâyesinden çıkıp da gelmiş “Üzüüümcüüüü” diye bağıran bir adam. Gecenin karanlığında insanlara güven telkin eden bekçi değneğinin yankısı… Sokaktaki sesler, yeni teknolojiyle beraber kayboldu değil mi? Motor sesi, çelik-demir sesi, dumanlı garip bir uğultu, eski sesleri sildi. Boğaz’daki o şen vapur düdükleri yok artık!..
Bizde hatırı sayılır miktarda bir kabadayı/ külhanbeyi külliyatı vardır. Bildiğim bazı önemli eserleri sayayım. Sermet Muhtar Alus, “Onikililer”, Refi Cevad Ulunay, “Sayılı Fırtınalar”, Ercümend Ekrem Talu “Kopuk”, “Kodaman”, “Beyaz Şemsiyeli”, Necmi Onur “Arap Abdo” romanlarında Abdülhamid döneminin namlı çetesi Onikililer’i ve reisleri Arap Abdo’yu anlatırlar. Ergun Hiçyılmaz da “Yosmalar Kabadayılar”da onlardan bahseder.
Bunlar, genellikle meyhanelerde, semai kahvelerinde, koltuk tabir olunan fuhuş evlerinde, bugünkü barların karşılığı olan balozlarda mekan tutmuşlardır. Kumarhanelerden mano alır, genelevlerdeki gacolardan geçinirler. Kendilerine özgü, argo bir dilleri vardır demiştim ya! Biraz örnek vereyim:
“Dilini tut, başımızı belâya sokma! Kalçın ağızlılar duyacak. Bak, iki hacı pityoz kulak kabartıyor!”, “Benli Hürmüz’e evvelki gün bir hoşur getirdiler, tam senin harcın. Güverte, yan kamara, davlumbaz, hepsi yerinde…”, “Yalnız rastıklı, kaşariko bir acûze var. Karşında hampaya, mampaya, belâlıya melâlıya benzer andavallı da yok!” (Sermet Muhtar Alus, Onikililer, İletişim Yay., İstanbul)
Haa bu işin bir de raconu var! Her şeyden evvel mertlik şart! Yalancılık, kancıklık merdud! Dobra dobra olacaksın! Adın kalleşe çıktı mı, dokuzu boyladı mı, artık inmez sekize!
Böyle işte! Ulunay’dan okuduğum şu cümleyi çok sevmiştim: İhtiyarım şimdi zevkim hatıratımdır benim!