Entelektüel zümren yoksa...
Çınnnn!..
Bir şey kopar, bir süreklilik, bir ses kesiliverir. Hâldesinizdir, arkanız kapkaranlıktır, boşluk! Sırtınızı dayayacak bir şey, bir beste, bir şiir, bir dil, bir irfan yoktur artık! Geriye yanlışlıkla bir adım atsanız uçuruma yuvarlanacaksınızdır, korkarsınız. Maziden gelenlerin bir hükmü, kıymeti kalmamıştır. Yapacağınız tek şey sonunuzu, vaktinizin dolmasını beklemektir. Oysa tel kopmadan önce bir irfanın ufuklarında dört nala at koşturmuşsunuz, şiirler okumuş, müzikler dinlemiş, deruni bir dil ve ilim denizinde sermest uçmuşsunuzdur. Sonra işte tel kopar, ses kesilir, çeşme kurur. Konaklar sessizliğe gömülür, ahşap evler içten içe çürümeye başlar… Bu aynı zamanda kadim zevkin ve bilginin, onunla yaşayan seçkin bir zümrenin, irfanın tasfiyesidir. Ece Ayhan “Riyaziye” adlı şiirinde şöyle anlatır bu kopuşu:
“Karagümrüğü’nde hekimler meşk edecektir. Hangi makamlar hangi alaturka hastalıklara gider / Daha peşrev. Sokak kapısı tokmağı çalınır. Helası içerde konağın afili uşağı gelmiştir karşıki. / Bizim paşa haber gönderdi, fazla gürültü etmesinler, ben riyaziye çalışıyorum.” (Bütün Yort Savul!lar, YKY, 2014, s. 211)
İki zevk, iki bilgi karşı karşıya gelmiştir işte! Bir yanda kadim irfan, kadim bilgi, tıp, musiki, meşk. Diğer yanda “helası içeride konak”, “afili uşak” ve “paşa”… Hekimler, kadim bilgi inişte, ‘helası içeride konak’, ‘afili uşak’ ve yeni ‘paşa’ çıkışta. Büyük bir yer değiştirme, irfanın yerini kültür alıyor. Artık o musıki gürültü’dür, riyaziye (matematik) tahta oturmuştur.
Ne garip, Türk modernleşmesi ifratla tefritten hiç kurtulamadı, fizikle metafiziği, ilimle ahlâkı, bedenle ruhu birbirinden ayrılmayan bir bütün hâlinde göremedi. Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde esafil-i Şark dediği diğer zümre ise Aselban’la bir rüya âleminde yaşıyordu, orada “her şey biraz afyon, biraz uyku ilacıydı” (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 1961, s. 134). Sonuç: Kültürün hendesî ve dar dairesine düşüş!
Cemil Meriç, kültür demez, irfan der; çünkü irfan ruhu, metafiziği, ahlâkı, hikmeti de kapsar, kültür ise sadece maddeyi. Akıl Tanrı katına yükselmiştir, homo faber üstün insandır. Ama Max Frısch “Homo Faber”da (Çev. Sezen Duru, Can Yay.) bu makine insanı darmadağın eder!.. Lâkin Osmanlıyı bir ‘terakki krizi’ tutmuştur, açtır, geri kalmıştır, refah istemektedir. O açlıkla gözü bir şeyi görmez.
Çınnnnn!..
Yahya Kemal’in dediği gibi;
“Bir bitmeyecek şevk verirken beste
Bir tel kopar, âhenk ebediyyen kesilir”
Hayat damarlarımıza karşı ne kadar acımasızız! Nasıl da kesiyoruz! Bir bilginin, bir zevkin, bir sesin, bir dilin, bir mimarinin, bir görgünün, bir ahlâkın, bir tipin tasfiyesiydi bu! Osmanlı âlimi, giderek hayattan çekildi. Onların yerini, meşruiyetini sadece Batı’dan ithal edilen ‘bilgi’den, sanat zevkinden alan -ama yüzeysel- bir türedi aristokrat, güya aydın snop zümre aldı. Bu el değiştirmeyi Tahir Olgun’un Ahmet Talat Onay’a yazdığı mektuplarda (Şiir Açıklayan Mektuplar, haz. Cemal Kurnaz, Kurgan Edebiyat, 2012) derinden hissetmiştim. Bir beyit, bir kelime, bir mazmun etrafında dönüp duruyordu söz, bazen tıbba, bazen astronomiye, bazen musıkîye kadar uzanan engin bir bilgi… Ama bitmişti. Yeni devirde bu bilginin artık bir değeri yoktu. Olgun da farkındaydı bunun. Nitekim bir mektubunda bunu, “Yazmak için zemin ve kariîn (okurlar) lazım. Matbuatta benim gibiler için susmak zamanı gelmiş, hatta geçmiştir.” (s. 93) sözleriyle belirtir.
Kopuş o kopuş… Türkiye’de muhafazakâr, mütedeyyin zümre, o günden sonra irfanını, entelektüel-aristokrat zümresini kaybetmiş, derin bir popülizm çukuruna düşmüştür. Üstelik bundan da memnun görünmektedir.
“Tevellüd eylediğim bir muhit içinde bana
Ne hem-zebân olacak var, ne âşinâ-yı nigâh” (Tahir Olgun)