Bura, ora, ben başkası ve sanat
Sanat nedir?
Bu soruya birçok cevap verilebilir elbet. Ama ben daha derinlerde, sanatın metafizikle olan irtibatında arayacağım bu sorunun cevabını.
İnsan, ‘ora’dan ‘bura’ya doğmuş bir varlıktır, burada’dır. Burada olduğu için ora’dan yoksundur. Ora, insanın diğer yarısıdır, dolayısıyla bura ya da bura’daki daima bir ‘ora’/ oradaki özlemi içindedir. Tıpkı “Mesnevi”deki ney’in kamışlığa (ora’ya) duyduğu hasret gibi. Ora, bura’nın, oradaki buradakinin noksanıdır. O hâlde buradaki hep oradakini hayal eder, ona ulaşmak ister. Bu varlık’ın ezel’i acısı. “Godot’yu Beklerken”, buradaki insanın Oradaki’ni (Godot) bekleyişini, Oradaki’ne olan aşkını, noksanını tamamlama arzusunu dile getirir. “Tatar Çölü” de öyle! Buradakinin (kaledeki) oradakiyle (düşman) ayakta kalmasının hikâyesi… Oradakini yitirdiğinde, buradanın cehennemine -aynılığın cehennemi diyor Byung Chul Han, ten kafesi diyeyim ben de- hapsolur kalır insan!.. Narsisizm de öyle değil midir? İnsanın, bura’nın yani kendi’nin kuyusuna hapsolması.
Ora, nedir diye sorabilirsiniz? Basit gelecek ama haydi ideal diyelim, hayal veya ütopya da denebilir. “İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar” der ya Yahya Kemal, buradaki hayali, ‘ora’ diye tasavvur edelim. Ahmet Kutsi Tecer’in geceleyin uykusunu bölen ve meçhulden gelen ses de ora’dan gelir. “İthaki” de bir ora’dır. Aşk, buradakinin oradakine, ben’in başka’sına duyduğu ve insanın ‘kendi’ duvarlarını yıktığı büyük bir iştiyaktır. O iştiyakla ben, kendi duvarlarını yıkıp ‘başka’sıyla tamamlanır, tasavvuftaki fenafillah! Yunus bu hâli “Beni bende demen bende değilem” diye ifade eder. Ben’in bende olmaması, kendi duvarlarını -narsistik duvarlar- aşıp, kendi içine aldığı bir ‘başka ben’le bütünleşmesidir: “Beni bende demen bende değilem/ Bir ben vardır ben’de ben’den içerü”. Ben’den içerü olan ‘başka’sıdır –“Ben bir başkasıdır” Rimbaud gibi- bu mısralarda ben başka’sıyla, bura ora’yla bütünleşmiş, noksan giderilmiştir.
Bunun sanatla ne ilgisi var diyeceksiniz? Bence var! Sanat, buradakinin oradakine ya da ben’in başka’sına duyduğu o büyük iştiyaktan doğar. Sanatsal yaratışın kamçısı, buradakinin oradakine ve başka’sına duyduğu hasrettir. O hasret olmadan sanat eseri doğmaz. Bu, bizi Byung Chul Han’ın “Palyatif Toplum”da bahsettiği ‘acı’ya götürür. Acı, buradakinin oradakinden ya da başkasından ayrı oluşunun doğurduğu ontolojik sızıdır. Dili sanatsal kılan aslında bu ‘sızı’dır. Sanatı besleyen ‘oradakinden ayrı olmanın acısı’dır. Bir şey daha ekleyeyim. Ora’yı, başka’sını kaybettiğinizde ya da ortadan kaldırdığınızda, aşkı yitirir, bura’nın ve kendi’nin aynılık cehenneminde, narsisizm hapishanesinde, -doygun toplum, konformizm- tıkılıp kalır, pürüzsüzlüğün kollarında uyuşur -dünyada pürüzsüz güzellik olmaz-, sanatsal yaratış için mutlaka gerekli olan ‘mesafe’den mahrum olur, yerinizde sayarsınız. Çünkü sanatkârı mesafeye/ yol’a iten, ora’ya veya başka’sına olan hasretidir. O eşik, aralık ya da mesafe sanatsal yaratış sürecidir.
Bütün bunlardan yoksunluk, daima burada, şimdi’de ve geleceksiz olmak demektir, sanatın yitirilişidir! Sadece sanatın değil, sanatı doğuran aşkın ve hayatın da yitirilişi…
O hâlde şöyle söyleyebilir miyiz? Ora’yı, başka’sını, acı’yı, mesafe’yi yitiren sanatı da yitiriyor.
Şimdi bakıyorum da Byung-Chul Han’ın söylediği gibi ora’yı, başka’sını, acı’yı, mesafe’yi dışlayan, bunları hız’la, türlü ilaçlarla ortadan kaldırmaya çalışan, her şeyi aynılaştıran, metalaştıran, kültürü ekonomikleştiren, salt ‘beğenmeyi -like estetiği- ve satışı amaçlayan “palyatif bir toplum” içindeyiz.
Böyle bir toplumdan ne çıkar? Ora’ya, başka’sına, acı’ya, mesafe’ye kapalı, kendine, şimdi’ye, bura’ya, konfora, hız’a hapsolmuş, sadece başarı’ya koşan narsist bir performans öznesi!
Like’larınız bol olsun!..