Beyitler, kelimeler ve nükteler arasında…
Tahirü’l-Mevlevî’nin “Divan Edebiyatı Yazıları, İkinci Kitap”ını (Haz. Hasan Çelik, Büyüyen Ay, 2021) okudum da neler buldum neler… Eskiler dolu adamlar! Her makalede bilmediğim birçok şeyle karşılaştım.
Dikkatimi çeken bazı bilgileri sizinle paylaşayım.
Tahirü’l-Mevlevî, 18. yüz yıl şairlerinden Sümbülzade Vehbî’nin 1875’te İran’a elçilikle gitmesi dolayısıyla kaleme aldığı manzum sefaretname “Tannâne Kasidesi”nden bahsederken hepimizin bildiği “kelli felli” ifadesinin anlamı hakkında da bilgi verir. Konuyu açıklamak için önce Bursalı Eşref Paşa’nın beytini yazayım:
“Sâbit ü yektâ-nişîn-i sadr-ı istikrarsın
Nâre perdâz-ı celâl ü Haydar-ı Kerrârsın”
Hz. Ali’nin bir lâkabı da “Haydar-ı Kerrâr”dır. Kerrâr, “ker” kökünden, düşmana tekrar tekrar saldıran anlamına gelen Arapça bir kelime. Zıddı da “ferrâr”; sık sık kaçan anlamında. İşte buradan “kerr ü fer” diye, saldırmak ve kaçmak anlamında bir savaş tabiri çıkmış. Dilimize değişerek giren “kelli felli”nin aslı, bu “kerlü ferlü”dür ve azametle sallana sallana yürümek demektir, böyle yürüyenlere de kelli felli” denir. Yani kelli, kelden gelmiyor ker’den geliyor, fel de fer’den, kellikle alâkası yok!..
Okurken bir de “heyula” kelimesi dikkatimi çekti. Telaffuzuna bakarak bu kelimenin Arapça veya Farsça olduğu zannolunuyor değil mi? Değilmiş!.. Aslı Yunanca imiş, terim olarak cisimde bulunan bir cevhere/ öze denirmiş. Şair Nevî “Netâyicü’l-Fünûn”da heyula için “Cisim, filozoflara göre biçim ve heyuladan ibarettir. Biçim ve heyula iki cevherdir ki biri birine hâl ve mahâl (yer)dir.” diyor. Buna göre herhâlde cismin özü, çekirdeği heyula, biçimi de görünüşü/ sureti oluyor. Dolayısıyla biçimin çekirdeği, özü, yeri heyuladır. Nailî’den bir beyitle taçlandıralım:
“Tenim nizâr görüp kaçma ey remîde gazâl
Tasavvur et ki heyula-yı rûh-ı Mecnûnem”
Belli ki şair sıska, zayıf. Ceylan, sevgili bu bir deri bir kemik kalmış vücudu görünce korkuyor. Lâkin sen içime, heyulama bak diyor âşık, biçime değil! Mecnun’un ruhundaki özmüş içindeki… Zavallı Mecnun, biliyorsunuz Leyla’nın aşkından perişan hâlde çöllere düşmüş, ceylanlarla söyleşir olmuştu.
Geldik, siyasî-idarî bir tabire: Riâyâ!.. Yaygın deyişe göre “reâyâ”. Sürü anlamına geliyor, “raiyye” kelimesinin çoğulu. Eskiden halka ‘sürü’ manasına ‘reâya’ deniyor, padişah da onlara bakacak, gözetecek ‘çoban’ olarak tasavvur ediliyor. Düşündüm, demek ki sorun buradan kaynaklanıyor, koyun gibiyiz ya!.. Beyitte bu manada şöyle geçer:
“Acem bir gusfend almak ne kâbildir riâyâdan
Nigehbânlık eder şîr-i ecem şimdi gazâlâne”
İranlıların sürüden bir koyun kapması mümkün değil, çünkü artık ceylanları aslan koruyor. Bir de kıssadan hisse çıkarıyoruz: Demek ki idareci halkı aslan gibi koruyacak, parçalamayacak yani!.. Sadî de öyle diyor, doğrusu bu:
“Gûsfend ez berâ-yı çûbân nîst
Belki çûbân berâ-yı hıdmet est”
Koyun, yani mecazen halk, çoban için değildir, aksine çoban, sultan, ona hizmet etmek için vardır. Bizde tam tersi anlaşılıyor galiba. İnsan devlet içindir anlayışı egemen, oysa devlet insana hizmet içindir. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın derler, insan yoksa devlet de yok!..
Bir fıkra ile bitireyim. Bugünlerde gülmeye çok ihtiyacımız var çünkü. Harunürreşid, arada Behlûl-i Dânâ’yı çağırır nasihatlerini dinlermiş. Behlûl-ı Dânâ bir gün saraya gelmiş, bakmış kimseler yok Harun’un tahtına oturmuş. Askerler zavallıyı döve döve tahttan kaldırmışlar. Harun gelmiş ki Behlûl ağlıyor. Hayırdır, demiş ne oldu?
Zavallı inleyerek;
-Şuraya birazcık oturdum, bir ton sopa yedim. Sen daima oturuyorsun, Allah bilir daha ne kadar dövüleceksin. Hâline üzülüyorum, demiş!..
Böyle! Sakın tahta oturmayın, yoksa sopalar hazır!..
Taht bir yana, bahtınız açık olsun!..