Bana tiz sümbüle perdesinden bakışlar gönder!
Kişver-i şuarâda özge bir şairdir Hüsrev Hatemi. Çünkü günümüz şairlerinin çoğu hâlde iken onun bir ayağı daima kadim bir bahçede, çoğu kez eski bir İstanbul’da; o İstanbul’un zarif dilinde, mûsikîsinde, türkülerinde, şiirlerinde, berceste mısraları arasındadır.
Hatemi deyince, bir antikacı dükkânında -bence Orhan Veli’nin “Kapalıçarşı” şiirinden, hatıralardan, eski bahçelerden gelen bir koku vardır bu dükkânda- divanlar, taş plaklar, gramofonlar, sararmış fotoğraflar ve çeşitli evrak-ı metruke arasında bir masaya gömülmüş, siyah kollukları tozlanmış, elinde mercekle bir beyte dalmış bir şair gelir gözümün önüne. Aklımdan saatleri bir hasta muayene eder gibi dikkatle müşahede ve tamir eden “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün Muvakkit Nuri Efendisi geçer, ona benzetirim. Yanındaki gramofondan hüzünlü bir ses yükselir: “Ne bahtımdır ne yâr-ı bî-amandır/ Beni giryân eden hükm-i zamandır…” Çünkü hükm-i zaman onu da giryân ediyor ve bu giryân derunî ve sükûtî bir melâl hâlinde şiirlerinde kuvvetle hissediliyor.
Beni böyle bir hayale götüren ne? Elbette şiirleri! Çünkü Tanpınar’ın Yahya Kemal için yaptığı tespiti onun şiirleri için de yapabiliriz. Hatemi’nin şiirlerinde de zaman genelde hâlden maziye doğru akar; tıpkı “Tapu Sicil Muhafızı” şiirinde dile ifade ettiği üzere “Eski günler ve anıların/ Tapularını sakla[yan]” (s. 9) bir sicil muhafızıdır o.
İlhan Berk, bir söyleşisinde “Her şairin bir şehri olmalıdır. Benim şiirimin şehri de İstanbul’dur” der. “Galata”, “Pera” hatta “İstanbul Kitabı” adlı eserleri vesilesiyle, eğer bir gün İstanbul değişir yok olursa, eski hâli şiirlerimle hatırlansın isterim, diye ekler. Bu sözler, şiirin aynı zamanda kayda alma işlevine sahip olduğuna işaret ediyor. Doğrusu bizde Yahya Kemal’in şiiri böyle bir işlevi hakkıyla görür. Bu bağlamda Kavafis’i İskenderiye’yle, James Joyce’u Dublin’le, Baudelaire’i Paris’le eşleştirebiliriz. Bence Hatemi’nin şiiri de böyledir; kadim bir irfanı/ İstanbul’u -lisanı, şarkıları, türküleri ve tarihiyle- yüklenir. Ama Yahya Kemal, daima hayalindeki/ mazideki İstanbul’u terennüm ve resmederken, Hatemi gözünü ve kulağını -görmek ve duymak önemlidir şiirinde- hâle de yöneltir. Bu bakımdan onda zaman, mazi ve hâl olmak üzere çift boyutludur. Mazide zarif bir kültür varken, hâlde bir yozlaşma -özellikle musiki, aşk, dil, mimari ve tabiatta- göze çarpar. Meselâ “Kanlıca Vasfında”da (“Hüsrev Hatemi Bütün Şiirleri”, Dergâh Yay., 1990, s. 175)) olduğu gibi, gözüne “çöplü sular”, “plastik torbalar”, “beton tepeler” görünür. “Tanbûrî Cemil Bey’in tanburu” (s. 73) susmuş, yerini Beatles grubunun “Baby you’re rich man” (s. 73) deyişleri almıştır. Hükm-i zamana ağlaması, “İstanbul’a Ağıt”lar (s. 176) yakıp “Grili Çocuk”la dertleşmesi bundandır.
Hatemi Hoca, şiirini, şarkılara, türkülere, Mevlâna, Yunus, Pir Sultan, Naili, Şeyhülislam Yahya, Hayali, Fuzuli, Haşim, Yahya Kemal gibi şairlerin şiirlerine atıflarla inşa ediyor. Bu elbette zor -çünkü kadim kültürü vukufu gerektirir- ama bir o kadar da risklidir. Risklidir, çünkü şiiri sadece ‘yapılan bir şey’e (hünere) indirgeme tehlikesi taşır. Ama Hatemi Bey, bence Haşimvâri ve derin bir ‘melâl’ ile bu riski kırıyor, şiiri ‘yapılan’ olmaktan çıkarıp ‘duyulan’a dönüştürüyor. Üstelik bu atıflar ve ‘eski’ lisanla – kimi kez Ece Ayhan gibi- geleneği taklitten kurtulup -daha çok mazi-hâl zıtlığını yansıtan- yeni imgeler kurabiliyor ve şiirine modern -modernist değil- bir pencere açıyor.
“Tapu Sicil Muhafızı”nda dediği gibi onun şiiri ne ‘tüfek’ ne de ‘kelebek’tir. Bana göre orta yeri sinema olan İstanbul’a oturmuş da kadim türküler tutturmuş melalî bir şairdir o, sanırım soyca bir koldan “Gece yolcusu bütün hayallerin/ İstanbul sorumlusu Yahya Efendi”ye, melâliyle Hâşim’e, bilgeliğiyle Muvakkit Nuri Efendi’ye akrabadır…