Aydınlardaki ‘Bozkırkurdu’ kompleksi
Düşünme; tefekkür ya da tahayyül, bir tür içte yaşama ve zihinsel bir inşa faaliyeti… Dışa karşı kapanmayı ve içte kalmayı gerektiriyor. Herhâlde bundan dolayı entelektüel bir insanla reel hayat arasında daima bir mesafe, hatta uyumsuzluk var. Bu tip insanlar, varlığa ve hadiselere karşı pratikte müdahil değil, müşahit olmayı ve derunî bir temaşayı yeğliyor. Zihinde aktif, reel hayatta pasif. Hayatı ve varlıkları kılı kırk yararcasına analiz edip yeniden ve ideal biçimde kurma gayreti içinde… Belki de bu sebeplerle hayata karışma ve insanlarla ilişkiler konusunda yabanî, tedirgin, hatta acemiler… Cemil Meriç’in; “Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim.” (Jurnal 2, İletişim Yay., 2016, s. 53) cümlesi tam da bunu, aydınların dünya karşısındaki tavrını dile getiriyor. Bu pratik hayata ‘dahil olamama’ durumu Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında” mısraında da görülmekte. Düşünün! Yaşanan hayatın ne içine girebiliyor, ne de dışına çıkabiliyorsunuz. Tam bir eşikte kalma, bir ikilem, tedirginlik, yabanilik, uyumsuzluk ve yalnızlık hâli…
Düşünmek ve yaşamak!.. Birbirine mesafeli iki durum. İnsanlar ‘düşünmek’ için mi, ‘yaşamak’ için mi yaratılmışlardır, diye sorulsa, çoğumuz herhâlde yaşamak için, diye cevap veririz. Balık nasıl suda yüzen bir varlıksa, insan da karada ‘yaşayan’ bir varlıktır. Düşünmeyi seçmek, karada ‘yaşamak’tansa suda yüzmeyi seçmek gibi bir şey. Zor olan bu! Tabii düşünmeyi seçenin sonu da suda ölmek olur doğallıkla…
“Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?”
Belli ki İsmet Özel de tıpkı Cemil Meriç, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi “karada yaşama”yı değil ‘düşünme’yi, suda yüzmeyi, Hermann Hesse’nin deyişiyle “Bozkırkurdu” olmayı seçmiş. İşte kıyı! Artık sürgündesin, hayatın kıyısında, tıpkı bozkırkurdu gibi yabani, yalnız, uyumsuz ve ürkek… Haydi hoş geldin zihinsel âleme, fikrin girdabına, sen de bir bozkırkurdu’sun artık “fizikötesi kazazede”!..
Aydın ve sanatkârlardaki bu hâli Hermann Hesse “Bozkırkurdu” (YKY, Çev. Kamuran Şipal, 2019) romanında ‘Bozkırkurdu’ ile sembolize ediyor. Romanın başkahramanı Harry Haller, çok okuyan, siyasî ve sosyal konularla, felsefe ve sanatla -özellikle müzik ve resimle- yakından ilgilenen aydın bir kişi. Ancak reel hayata giremiyor, “renksiz, sığ, belli normlara uydurulup sterilize edilmiş yaşama ateş püskür[en]” (s. 26), kendine yabancı bir dünyada yabanî ve münzevî bir bozkırkurdudur o. Ama bir yanı ‘insan’dır sonuçta. Ruhu, insanla kurt kişiliği arasında gidip gelir. İnsan olarak sokağa karışmak, sevmek, sevilmek, âşık olmak, neşelenmek, zevk almak ister, lâkin çağı yozlaşmış gören içindeki öfkeli ‘kurt’ hemen dişlerini göstererek, onun sokağa karışmasını önler. Bu ikilik; bir yanda hayata karışma arzusu, öte yanda fikrî, tahayyülî estetik âlemin mest edici gücü, düşünürlerde ve “özellikle pek çok sanatçıda” (s. 43) vardır. Çoğu sanatkâr, reel dünyayı, yaşamak için değil de tahayyül edeceği âlem için bir malzeme olarak görür. Hatta ‘yaşamak’ için reel dünyayı değil, sanat eserindeki dünyayı seçer. Bir bakıma kendine ‘yurt’ edindiği dünya, bir müzik parçasındaki, bir tablodaki, bir romandaki dünyadır. Bir kopuştur bu! İşte romanda Hesse, böyle bir aydının hayat karşısındaki ‘bozkırkurdu kompleksi’ni anlatıyor.
Romanın diğer kahramanı Hermine, dünyaya kapalı bu ‘Bozkırkurdu’na neşenin, zevkin ve hazzın penceresini açmakta, ona gülmeyi, neşelenmeyi, hazzı öğretiyor. Ve anlıyoruz ki ‘Hakikat’e giden yol, hayatın dışında değil! Ten’in faniliğini görmeli insan. Ama amaç elbette o değil, onu aşmak…
Son kısımdaki eğlenceli tiyatro fantazyası hariç, bir aydının zihinsel âlemi ile reel hayat arasındaki bocalamalarını anlatan iyi bir roman “Bozkırkurdu”