Âkif’in şiiri ve zamanın ruhu

Mehmet Âkif’in şiiri “Tevhid yahut Feryad”, “Mezarlık”, “Hasbihal” vb. şiirleri bir yana bırakılırsa esas itibarıyla bir ‘ben’ şiiri değildir. Osmanlı Devleti’nin yaşadığı olağanüstü siyasî ve sosyal şartlar, pek çok şairi olduğu gibi onu da ben’in iç dünyasına, metafizik ve felsefî konulara yönelmekten alıkoymuş, şuur devlete ve millete dikkat kesilmişti. Bu ise tabiî olarak belli bir coğrafya, millet ve zamana kapanan, savunmayı önceleyen, daha çok ‘mağduriyet dili’ne dayanan kitlesel bir ‘biz şiiri’nin doğmasına yol açtı. Hatta bir bütün olarak bakıldığında onun şiirindeki asıl dramın dıştaki Batı’dan içteki Batı’ya kadar uzanan bir ‘biz/ İslâm-siz/ Batı” diyalektiği üzerine kurulduğu, Cumhuriyet’ten sonra ise bizatihi fikirleriyle ‘biz’ diye tavsif edilen kitlenin sembolü olduğu, ‘ulusal alegori’sine dönüştüğü söylenebilir. 

Âkif’e dönersek; onun şiiri bir bütün olarak ‘biz’ üzerine kurulmuş bir ‘çöküş, direniş ve diriliş hikâyesi’ olarak okunabilir. Bu, Osmanlı merkezli olmak kaydıyla, tüm İslâm âlemini kapsayan, İslam-Batı, ileri-geri, ümmet-kavim, cehalet-bilgi, aydın-halk vb. zıtlıklar üzerinde yükselen, modern Batı karşısında geri kalmış bir Müslüman entelektüelin tüm endişe ve emellerini yansıtan din eksenli bir ‘ulusal alegori’ şiiridir. Çöken ve gecikmiş toplumların aydınları gibi o da yer yer tarihin/ İslâm’ın altın çağlarına döner, amacı geri kalmışlığın bir ‘ulusal fıtrat ya da dinî karakter’ olmadığını göstermek -ki Ernest Renan bunu ötekileştirici bir söylemle İslâm’a bağlar-, savaşlarla sarsılan milletin özgüvenini yeniden tesis etmektir. 

Şüphesiz ‘ulusal alegori’ edebiyatı, doğası gereği siyasî ve sosyal sorunlara odaklıdır. Amaç genelde milleti ihya veya inşadır. Bizim gibi ‘modernleşme’ süreci yaşayan gecikmiş toplumlarda modern Batı’ya karşı hem savunmayı/ direnmeyi hem modernleşmeyi/ ihya hülyasını içerir. Âkif’in şiirlerinde de vardır bu! Medeniyet, karşımıza hep iki yüzüyle çıkar. Teknolojiyi, bilimi yansıtan yüzü aydınlıktır, milletin terakkisi için gereklidir. Ama diğer yüzü vahşidir, ‘tek dişi kalmış canavar’dır… İlk yüzüne hemen tüm Türk aydınları gıptayla bakar; Âkif de öyledir. Ama savaşlarda tezahür eden diğer saldırgan yüz, onları endişelendirir; hatta nefret doğurur. Haklı olarak Batı’ya şüpheyle yaklaşır, kendi kültürlerini kaybetmekten korkarak içe kapanmayı tercih ederler.  

Sonuçta Âkif, tarih, coğrafya ve insan olarak İslâm’a, meselâ Ziya Gökalp ise Türklüğe kapanarak âdeta bir savunma refleksi gösterir. Zamanın şartları gereği, içe kapanma ve savunma psikolojisi bir ‘kendi kalma’ tedbiri olarak haklı görülebilir; ama Âkif’in ya da Gökalp’ın, devrindeki şartlara uygun ‘kitlesel söylemleri’ni, o savunma ve içe kapanma refleksini, sanatta bugünün şartlarında aynen ileri sürmek bence bir anakronizmdir. Çünkü bir şiiri içinde bulunduğu devrin ruhu ve şartları besler, zamanın ruhu kendi sesini arar. Şiir, devrin ruhunun gerisinde kaldığında tıkanır. Âkif’in şiiri, hem âteşli hitabet dili, hem muhtevası -Osmanlının çöküşü ve ayakta kalma mücadelesi- itibarıyla 1908-1923 arasındaki devrin ruhu ve sesi idi. Lâkin bugün o ruh/ atmosfer değişti; Doğu ile Batı arasında teknolojik mesafe azaldı, siyasî ve sosyal sorunlar, endişeler, estetik anlayış, dil, musiki, üslûp farklı. Kitlesel şiire, ateşli hitabete, her türlü ‘biz’in mağduriyeti’ne yaslanan bir edebiyata uygun ortam yok.  

Elbette şunu unutmuyoruz; bugün ne Yahya Kemal ne Âkif’inki gibi bir şiir yazılabilir; lâkin tıpkı Yahya Kemal’inki gibi Âkif’in şiiri de bir devrin manzaralarını ve ruhunu yansıtan güçlü bir ulusal alegori ve ‘hafıza şiiri’dir. 

YORUMLAR (12)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
12 Yorum