Görüşler

Wittgenstein ve Batı’nın çöküşü

Wittgenstein ve Batı’nın çöküşü

‘Modern Çağda Siyaset’ kitabının yazarı Halil Turhanlı “Spengler, Batı uygarlığının modern insanının yuvasından koparak kozmopolitikleştiğini belirtiyordu. Wittgenstein, Spengler’in düşüncesini bu noktadan alıp geliştirir” diyor.

Ludwig Wittgenstein eski ve yeninin, sanatta radikal modernizm ile politik muhafazakârlığın birarada ve gerilimli bir ilişki içinde geliştiği Viyana’da doğmuş, çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını bu karşıtlıklar şehrinde yaşamıştı. Antisemitizmin yoğun bir kolektif duygu haline geldiği bir ortamda varlıklı bir Yahudi ailesinin altı çocuğundan biriydi. Dönemin ve ortamın antisemittik önyargıları altında ezilen genç Wittgenstein hiçbir zaman hayatını bir Yahudi olarak yaşamadı, fakat ilginç bir biçimde hayatının her döneminde dinsel inanç duydu. Dinsel duygu ve dinsel inancı hep önemsedi, bunları insanın varoluşunda belirleyici kabul etti. Bu onu pozitivist mantıkçılık ve analitik felsefe içinde görme ve değerlendirme eğiliminde olanlar açısından oldukça şaşırtıcıdır. Daha da ötesinde filozofun hayatının kabul etmede zorlandıkları bir yönüdür.

***

Wittgenstein modern çağın krizini ve bunun yol açtığı gerilimleri hep hissetti. İleride, 1920’ların sonunda yazacağı üzere, “Avrupa medeniyetinin akışına hiçbir duygudaşlık” hissetmiyordu, bu “ilerlemeci medeniyet”in ruhsal açıdan yabancısıydı. Söz konusu duyguların Spengler’in Batının Çöküşü’ndeki tezlerine, o kitapta dile getirilen kültürel karamsarlığa olan yakınlığı gayet açıktır. Esasında Batının Çöküşü’nü 1930’da okumuş, bir yıl sonra güncesinde Spengler’i etkilendiği düşünürler arasında saymış, Kültür ve Değer’de birkaç yerde onun adını anmıştı. Yaygın görüş Wittgenstein’ın felsefesinde Spengler etkisinin onun düşünce serüveninin ikinci evresi sayılan ve Felsefi Düşünceler ile başlayan döneminde görüldüğü yönündedir. Fakat Wittgenstein’ın henüz Batının Çöküşünü okumadığı ve Tractatus’un damgasını vurduğu ilk döneminde de Spengler’e ruhen ve zihnen çok yakın olduğu, modern dünyaya bakışının Spengler’inkiyle birkaç noktada örtüştüğü ileri sürülebilir. Wittgenstein, Batı uygarlığının çöküş halinde olduğunu düşünüyor ve 1914’de patlak veren savaşı bu çöküşün bir kanıtı olarak görüyordu. Savaş başladığında Avusturya ordusuna gönüllü olarak katılmasının nedeni çöküşe birinci elden, dolaysız tanıklık edebilmek, çöküşü gözleriyle görmek ve bir tecrübe olarak yaşayabilmekti. Nitekim savaşta sadece genç erkeklerin can verdiklerine tanıklık etmekle kalmadı, Avrupa kültürünün de ağır yara aldığını, can çekişmekte olduğunu, gözleriyle gördü. Aynı günlerde Oswald Spengler de Batının Çöküşü’nü yazıyordu. Wittgenstein, Spengler’in çalışma masasında yazdıklarını doğrudan tecrübe etti.

Savaş boyunca çöküşe tanıklığın yanısıra çok önemli bir şey daha yaptı. Sırt çantasının içinde taşıdığı defterlere sonradan Tractatus adıyla yayımlanacak kitabını, daha doğrusu numaralandırılmış bölüm ve önermeleri yazdı. Bazı bölümlerini siperlerin içinde kaleme aldığı kitabı nihayet esir kampında tamamladı. Savaşın sonunda kamptan serbest bırakıldığında bitirmişti. Eksik bırakmamak için şu da eklenmeli: Tractatus’un içerdiği dinsel ve mistik tonlar taşıyan son bölümde savaş yıllarında okuduğu Tolstoy’un İncil’in Kısa Bir Özeti başlıklı kitabının da etkili olduğu söylenir. Bunun doğru olma ihtimali yüksek. Ölümle yüz yüze kaldığı karanlık zamanlarda Kilisesiz bir İsa portresinin çizildiği bu metin varoluşsal sorunlarla başa çıkmada ona yol gösterici olmuştu.

***

1914-1919 yıllarını kapsayan beş yıllık bir sürenin ürünü olan Tractatus dilin mantığına ve doğasına, dilin nasıl işlediğine, dil ve dünya, ad ve nesne arasındaki ilişkiye dair anlaşılması zor açıklamalar içeren bir eserdir. Wittgenstein’ın yaşadığı süre içinde yayımlanan tek felsefe kitabıdır. Önce 1921 yılında Almanca yayımlandı, bir yıl sonra da İngilizceye çevrildi, Tractatus başlığı da G.E Moore’un önerisi üzerine İngilizce çeviride kullanıldı. Wittgenstein, Tractatus’da dilin salt önermeleri ifade ettiğini, yalnızca açıklayıcı ve durum bildirici cümleler kurmaya yaradığını ileri sürüyor; dilin farklı etki ve işlevleri olduğunu kabul etmiyordu. Bir başka ifadeyle, Tractatus’da tanımlanan dil soru soramıyordu. Sorgulamayan, olumsuzlamayan ve geleceğe ilişkin olarak vaatte bulunmayan bir dildi bu. Varolanı ifade etmekle, verili olanı kabullenmekle yetiniyordu. Kısacası, dilin çeşitliliği, zenginliği göz ardı ediliyordu.

Mantıkçı pozitivizmi geliştiren Viyana Çevresi’nin Tractatus’a ilgisinin bir nedeni bu sorgulayıcı olmayan dil olabilir. Ancak şu da var: Wittgenstein felsefesinin ilk döneminde dahi mantıksal pozitivist Viyana Çevresi’nden önemli birkaç noktada farklı düşünüyordu. İçlerinden bazıları sonradan analitik felsefenin önde gelen kuramcıları olarak ün kazanacak olan Viyana Çevresi düşünürleri katı bir bilimsel dünya görüşüne sahiptiler, bilimi fetişleştiriyor, felsefedeki metafizik sistemleri ve dinsel inancı reddediyorlardı. Doğa bilimlerini toplumsal ilerleme için tek kaynak olarak görüyorlardı. Bilginin kesin formüllerle ifade edilebileceğini, böylelikle dünya algısı için metot oluşturulabileceğini iddia ediyorlardı. (E.Kanterian, Ludwig Wittgenstein, çev. K.Daniş, Ketebe Yayınları, 2020, s. 120-21). Muhtemelen Tractatus’u da bu anlayışla okumuş, kitapta bilimsel dünya görüşlerinin yansımasını bulmuşlardı. Oysa Wittgenstein bu konuda onlardan farklı düşünüyordu. Bilime tapınmaya, bilimperestliğe ve bilime dayalı bir ilerleme anlayışına o dönemde de karşıydı. Metafiziği reddeden Viyana Çevresi’nden farklı olarak geleneksel felsefeyi metafizik hakikatleri dile getiremediği için eleştiriyordu. Dinsel inanç konusunu ciddiye alıyor, önemsiyordu. Wittgenstein’ın dinsel inancı önemsemesi onun modern hayata eleştirisinden ayrı düşünülemez. Ona göre dinsel inançta indirgenemez ve öncelikle Tanrı’nın varlığı söz konusu olduğunda ispata ihtiyaç olmayan bir özellik vardı.

***

Wittgenstein aradan geçen yıllar içinde Tractatus’daki temel tezlerinin, özellikle de dilin mantığı ve önermeler konusundakilerin hata olduğunu gördü. Felsefi Soruşturmalar’da bunları gözden geçirerek, kısmen düzelterek, ama büyük ölçüde terk ederek felsefesinde yeni bir dönem açtı.

Yeni dönemin geçiş kitabı olan Felsefi Görüşler’e önsöz olarak tasarladığı metinde kendini modern çağın ruhuna yabancı hissettiğini, ilerleme anlayışı üzerine inşa edilmiş modern uygarlığa hiçbir yakınlık duymadığını ifade ediyordu. Edward Kanterian’ın da dikkat çektiği üzere, burada Spengler’in kültürel kötümserliğine olan yakınlık belirgindir. (Bkz. E.Kanterian, a.g.e., s.121).
Felsefi Görüşler’i ikinci dönemin en önemli çalışması sayılan Felsefi Soruşturmalar izlemişti. 1946’da tamamladığı ve ancak ölümünden sonra yayımlanan bu çalışmasında Tractatus’daki anlayışını ayrıntılı biçimde gözden geçirdi ve eski düşüncelerinin önemli bir bölümünü terk etti, yeni felsefi temeller attı. Zaman içinde Tractatus’daki mantıksal yapının hiçte sağlam olmadığını, dili, dilin mantığını biraz indirgemeci bir yaklaşımla ele aldığını anlamıştı. Üstelik metafizik sorulara cevap vermiyordu o kitap.

***

Stanley Cavell, Wittgenstein’da Spengler’in etkisinin en belirgin biçimde Felsefi Soruşturmalar’da izlenebileceğini belirtir. 1987’de Norveç’de gerçekleştirilen Uluslararası Wittgenstein Konferansı’na sunduğu, daha sonra Cavell Reader’da da yer alan “Gerileyen Çöküş” başlıklı metninde Felsefi Soruşturmalar’ın özünde Spenglerci bir ruh taşıyan ve “kültür felsefesi” alanında yapılmış bir çalışma olduğunu ileri sürer; Wittgenstein’ı da bir “kültür felsefeci” olarak niteler. (Cavell ‘Declining Decline’: Wittgenstein as a Philosopher of Culture”, Cavell Reader, ed. S.Mulhall içinde, Oxford, 1996, s. 331-352) Cavell’e göre Felsefi Soruşturmalar’da Spengler’in kültürün taşlaşma ve canlılığını yitirme evresi, kaçınılmaz yazgısı olarak tanımladığı uygarlıkla ilgili kaygılar ele alınmıştır. Wittgenstein’ın ikinci dönemine damgasını vuran bu kitap geleneksel felsefeyi doğrudan eleştirmenin yanısıra kültürel çöküşü de ele alıyor, ve Cavell’in terimiyle “Spenglerci değerlik” içeriyordu.

Cavell, Wittgenstein dile yaklaşımını değerlendirirken “sürgün” (exile) metaforunu kullanır. Heidegger insanın dilde ikamet ettiğini ileri sürmüştü. Spengler de Batı uygarlığının modern insanının yuvasından koparak kozmopolitikleştiğini, bir tür yeni göçebeye dönüştüğünü belirtiyordu. İşte Wittgenstein, Spengler’in düşüncesini bu noktadan alıp geliştirir. Uygarlık aşamasındaki bir kültürde dil insana yuva olmak bir yana, kendi de yurtsuzlaşmıştır. Bu evrede sözcükler sürgündedirler. Cavell’e göre Wittgenstein “karanlık zaman”da sözcüklerin sürgünde olduklarını ortaya koymaya çalışmıştı.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir