Görüşler

Duruşma anlayışında devrim karşıtı görüş

Duruşma anlayışında devrim karşıtı görüş

“AYM’nin önüne gelen davada yaşananlar, özellikle de karşı oy, hiç de böyle bir kaygıyı yansıtmamakta, tam tersine, ne pahasına olursa olsun, uygulamadaki duruşma anlayışını, bu aşamanın olmazsa olmaz ilkelerini bir yana bırakarak savunmaktadır.”

Hemen baştan belirmek gerekir ki, bu sütunlarda “Druruşma anlayışında devrim” başlıklı yazılarımda incelenen AYM’nin görüşüne çıkan azınlık görüşü, ülkemizde yıllardan bu yana sürdürülen “Duruşma” algısının ve uygulamasının ne denli yanlış olduğunun yalnızca bir itirafı değil, bu itirafın çok çok çarpıcı belgesidir de.

Hiç kuşkusuz, hukuk, özellikle de duruşma; olayları ve de doğru hukuku, kitabına uydurmak amacıyla bilim dışı, yapay gerekçelere, yanlış algı ve amaçlara göre değil, her şeyden önce duruşmanın olmazsa olmaz ilkelerine, yazılı hukuk düzgülerine, adalet, eşitlik, açıklık, berraklık ve yansızlık ilkelerine ve etik kurallarına göre yargılama yaparak sorunları tartışmak demektir.

Oysa AYM’nin önüne gelen davada yaşananlar, özellikle de karşı oy, hiç de böyle bir kaygıyı yansıtmamakta, tam tersine, ne pahasına olursa olsun, uygulamadaki duruşma anlayışını, bu aşamanın olmazsa olmaz ilkelerini bir yana bırakarak savunmaktadır.

Gerçekten çoğunluğun kararına karşı çıkan AYM’in sayın üyelerinin her şeyden önce bir konuda doğru bilgilere ulaşmak için yaklaşık yirmi beş yüz yıl önce yaşayan Sokrates’in “bilmediğini bilme bilinci”nden, Emile Durkheim’ın sağlıklı bilimsel araştırma yapmak için “bilinçli bilmezlik”ten (ignorance consciente), Edmund Husserl’in insan “bilincinin boş olmadığı”nı vurgulayarak “ayraca alma” kurallarından söz ettiklerini, aynı doğrultuda yayımlanan bilimsel yapıtları hiç mi hiç incelemeden bilim ve yöntem dışı yürümeye çabaladıkları, kısaca sağlıklı ve doğru sonuçlara ulaşmak, konulara ve sorunlara egemen olmak için yöntemsel yaklaşmanın zorunlu olduğunu hiç gözetmedikleri, bu yüzden de ne yazıktır ki, kaba saba yanlışlıklara düştükleri görülmektedir.
Ancak itiraf etmek gerekir ki, sorunlara bilimsel yöntemlerle yaklaşan Batı dünyası karşısında bu tutum, çok yadırgatıcı; buna karşılık “Bu konuda ne biliyorum, şu anda bildiklerim doğru mu?” sorusunu hiç sordurmayan ülkemiz öğretim dizgesi karşısında ne yazık ki çok olağan ve sık sık yaşanan bir durumdur!
Nitekim bu konuda tıp bilimiyle ilgili olarak yaşanılan olay ve örnek, aşağıdadır.

Yaz aylarında kaldığımız binanın sahanlık ışıkları zaman zaman bozuluyor ve yanmıyordu. Böyle bir koridor karanlığı yaşadığımız sırada akşam yemeği sonrası iki oğlum gezmek üzere kapıdan dışarı çıkmışlardı.

Bir çığlık sesi üzerine koşarak dış kapıyı açtığımda Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinde öğrenci olan oğlum, koşarak banyoya girmiş, bir gözünü kapatarak öbür gözünü aynada inceliyordu.
Kardeşinin dirseği gözlüğüne çarpmış, gözlük camı kırılmış, gözü yaralanmıştı.

Hemen hastaneye gittik.

Orta yaşlı nöbetçi hekim, önce kanayan bölgeyi inceledi, gözde kanamanın olmadığını belirttikten sonra, kendi bilgisine güvenen, bilgisinden hiç mi hiç kuşkulanmayan bir havada göz hizasındaki kanamanın durdurulması için hemşireye yarayı dikmesini söyledi.

O anda oğlum buna karşı çıktı.

Hekim nedenini sorunca oğlum, “Kanayan o bölümde gözyaşı kanalları var, dikerseniz onları tıkar, gözü kurutur, kör edersiniz” deyince hekim, şaşırarak nasıl bildiğini sordu.

Oğlum, tıp fakültesi dördüncü sınıfında olduğunu söyledi.

Elbette bu açıklama üzerine dikişten vazgeçildi.

Evet, şimdi hep birlikte düşünelim ve soralım: Ya oğlum tıp fakültesinin değil de, başka bir öğretim kurumunun öğrencisi olsaydı!

Bunu akla getirmek bile insanın tüylerini diken diken ediyor.

Düşünebiliyor musunuz?

On yedi yıl öğrenim görmüş bir insan, tıp fakültesi çıkışlı deneyimli bir hekim, her şeyden önce bilgisinden hiç kuşkulanmıyor, insan vücudunu iyileştirmekle görevli olduğu halde, incelemeksizin, hatta bildiklerinden hiç kuşkulanmaksızın ve de düşünmeksizin, “bu konuda ne biliyorum?” sorusunu, bundan yirmi dört yüzyıl önce ya-şayan Sokrates gibi, kendisine hiç sormaksızın ivediyle karar veriyor ve insan bedeninde dikişe elverişsiz ayrıklı (istisnai) yerlerin bulunduğunu, bulunabileceğini, fakültede derslerde gördüğü halde hiç mi hiç aklına getirmiyor, getiremiyordu.

Düşünülmesi bile korkunç bir durum, tam anlamıyla bilimsel yöntemsizlik ve de ağır bir sorumsuzluktur, bu.

Oysa bir bakıma Sokrates’in çömezi olan Nasrettin Hoca bile bundan sekiz yüz yıl önce “Eşeğin kaç ayağı var?” sorusunu, tıpkı Sokrates gibi bilgisinden kuşkulanarak ve eşeğinden inip, ayaklarını sayarak “dört” diye yanıtlamıştır.

Bu yöntem ve yaklaşım eksikliğini şık şık yaşamaktayız, bizler. Örnekleri de pek çoktur.
İşte karşı oy da bu türden örneklerden biridir.

Gerçekten karşı oyu yazan AYM üyeleri, her şeyden önce bildiklerini sandıkları bilgilerinden, özellikle de duruşma kavramı ve duruşmanın vazgeçilemez ilkeleriyle ilgili kendi bilgilerinden, ne yazık ki, hiç mi hiç kuşkulanmamışlardır.

Nitekim birlikte yazdıkları karşı oy, bunun çürütülemez bir kanıtıdır, belgesidir.

Gerçekten karşı oyda yansıtılan azınlık görüşüne göre, değil mi ki savunma, hiçbir aşamada yargıç değişikliğinin hukuka aykırı olduğunu ileri sürmemiştir. Öyleyse daha sonra AYM’ye başvurulması sırasında bu olayın dile getirilmesi yersizdir; buna hiçbir yargıcın hakkı yoktur.

Bu mantık ise, deyiş yerindeyse, bilimin de, bilginin de zamanaşımı ya da hak düşürücü süre gözetilerek değerlendirileceğini savunan çok şaşırtıcı ve yadırganası bir mantıktır. Dolayısıyla üzerinde bile durulmaya değmeyecek denli saçma bir mantığın ürünüdür.

Öte yandan, demek, azınlık görüşüne göre, hak arama özgürlüğünü kullanırken, bu özgürlüğe ve kamu davasının sonucuna etkili bir yanlışın dile getirilmesi, bu, ilk itirazlardanmış, zamanında ya da hak düşürücü sürede yapılmadığı takdirde, artık geriye dönülemezmiş!?

Çok garip!?

Geçelim.

Ayrıca azınlık görüşü, her şeyden önce Anayasa’da öngörülen temel hak ve özgürlüklerden “hak arama özgürlüğüne ve adil yargılanma hakkı”na da aykırıdır. Çünkü demokratik bir devlette “Herkes, hukuksal (meşru) araç ve yollardan yararlanarak yargı(lama) mercileri önünde davacı ya da davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme (de) görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.” (Anayasa, m. 36/1,2).

Bu nedenle zamanından önce okuma ve yazmayı öğrenen Jean-Paul Sartre için, annesinin ilkokula yaşından önce kaydının yapılmasında direnirken, bu isteğinin reddedilmesi üzerine, oğlunun bilinen gebelik süresini çok aşarak doğmasını bir kanıt olarak göstermesine benzeyen söz konusu kanıtlama girişiminin üzerinde durmaya bile gerek yoktur, kuşkusuz.

Bu konuda merhum bir meslektaşımın aşağıdaki anısı, bütün hukukçular, özellikle de yargıçlar için unutulmaması gereken bir derstir. Yapılan keşifte yakınlarında bir damla suyu bile bulunmayan, tarıma elverişsiz ve köyüne çok uzak yerdeki tarlası için “el atmanın önlenmesi” davasını açan köylüye, meslektaşımın, böyle bir tarla için mahkemeyi neden keşif için oralara kadar yorduğunu eleştiren bir ses tonuyla sorması üzerine o köylü, şunları söylemiştir: “Hâkim bey, ben, tarla için değil, hakkımın teslim edilmesi ve adalet için dava açtım.”

Dikkat ediniz. Bu sözleriyle o köylü, aslında “hak arama özgürlüğü”nün insanlar için ne denli önemli, değerli, hatta bir şeref sorunu olduğu konusunda yargıcımıza unutulamaz bir ders vermiştir. Nitekim yaşadığı bu olayı sık sık anlatan meslektaşım, “Ben, derdi, hak arama özgürlüğünün önemini ve değerini o köylüden öğrenmişimdir.”

Olayımıza dönersek, bütün bunların yanı sıra, söz konusu durumun azınlık görüşü tarafından böyle bir mantıkla bilimsel bir tartışmada gündeme getirilmesi, aslında elbette bağışlanamaz boyutta bir tür “kısır döngü”dür (petitio principi) ya da “bilgisizliğe başvurarak kanıtlama” (argumentum ad ignorantum) girişimidir.

Hukuk biliminin bu yüzden eksik, yani yetersiz olarak suçlanmasına gelince, bu durum, özünde akla ziyan, çok da üzücü bir yaklaşımdır.

Üstelik böyle bir suçlama, aslında çok yanlış, çok yersizdir de. Zira böyle bir eksiklik, olsa olsa kişilerin hukuk bilgisinin yetersizliğini ortaya koyan bir olaydır. Ancak unutulmamalıdır ki, hukuku bilmemek, hiçbir hukuk dizgesinde (sistem) özür sayılmamaktadır.

Hukukun yanlış uygulanması konusuna gelince, bunun da elbette hiçbir özrü olamaz. Ne var ki, yaşanan olayda, karşı oy yazısından anlaşılacağı üzere, AYM’nin dört yargıcı, doğru bilgiye dayanan bilimin ışığında duruşmanın “on oturum”da “dört yıl sürmesi” gibi hukuka aykırı atipik bir durumu, en ağır biçimde eleştirecek yerde, tam da tersine, üzücü ve de akla ziyan bir gerekçeyle bir başarı olarak görmüşlerdir.

Bu anlayış ise, elbette ülkemiz uygulamasında yaşanan ve yanlış algılandığı için Aşil topuğuna (achilles heel, talon d’Achille, tallone d’Achille, talón de Aquiles) dönüştürülen duruşma anlayışını çok parlak ve çürütülemez biçimde yansıtan kaba saba bir yanılgıdır, bu yüzden de, vurgulandığı üzere, çok çok üzücüdür.

Gerçekten yasalarını aldığımız ülkelerin tersine, ülkemiz uygulamasında duruşmalar, vicdani kanı dahil, bütün kanılar, hatta bütün dünya hukukuna inat, “eski tutanaklar okundu” saçmalığıyla yargıçlardan yargıçlara aktarılmakta, âdeta ciro edilmektedir. Bununla da kalınmamakta, duruşmaları bir günde ve tek oturumda bitiren devletlerin mahkemeleri, sanki duruşmayı uzatarak, sözgelimi, olayımızda yaşandığı üzere, dört yılda, yani 1450 günde bitirerek tadını çıkarmak varken, bunları yapmadığı için hem eleştirilmekte, hem de kınanmakta; bu yüzden de bir bakıma âdeta taraf değiştirerek haklılık, haksızlığa dönüşmektedir.

Nitekim Papayı “öldürmeye kalkışma” eylemi dolayısıyla yargılanan Mehmet Ali Ağca davasında bu kınama olayı, ülkemizde somut olarak, utandırıcı biçimde bilgisizce ve günlerce yaşanmıştır. Gerçekten Türk basını ve kimi bilgisiz hukukçular, bu davada duruşma aşamasının ara verilmeksizin üç gün gibi kısa bir sürede bitirilmesi ve kararın verilmesi üzerine, bu doğru mu sorusunu soracak ve bundan ders çıkaracak yerde, tam tersini yapmış, kendimizin ürettiği çarpık yargılama ve duruşma uygulamamızı ölçüt alarak doğruymuş gibi bütün dünya hukuk kamuoyuna, ağabeylerimiz, ablalarımız, kısaca bizden önce üstatlar “böyle buyurdu”lar (ipse dixit) diyerek geçen yüzyılda kıyameti koparmış, dolayısıyla bilgisizliğimizi bütün dünyaya duyurmuş, bu yüzden de “hem kel, hem fodul” bir duruma düşmüştük.
Unutmayalım ki, Ağca davasında sanık, 128 kez dinlenmiştir.

Azınlık görüşünün dayandığı bir başka gerekçe de şudur: Yargılama sırasında bazı oturumlarda yargıçların değişmesi sorunu, aslında eski duruşma tutanaklarının okunmasıyla çözülmüştür, yani bu hukukçulara göre aşılmıştır.

Bu hukuk dışı ağlanası anlayış ise, dünlerde bir başka ağır ve de iki yönlü kaba bir yanlıştı, günümüzde ise, artık sadece bunlarla sakat değil, çağ dışı bir yanlıştır. Çünkü bu görüş, her şeyden önce yargılama etkinliğinin en önemli aşaması olan “DURUŞMA” –ki herkes görsün diye büyük harflerle yazalım- aşamasını hiç bilmemenin, başta “taraflar ve kanıtlarla doğrudan ilişki kurma,” kısaca “doğrudanlık ilkesi” olmak üzere duruşmayı yönlendiren temel ilkelerin neler olduklarını ve önemini ise, gerçekten hiç, ama hiç kavrayamamanın, buna karşılık “yargıç değişikliği nedeniyle eski tutanaklar okundu” denilerek yasaya karşı hile yolunu bilinçli biçimde açma yöntemiyle kendi kendisini kaldırmanın yollarını çok çarpıcı, bu nedenle de çok üzücü, özetle iki yönlü bilgisizliğin açık ve eylemli bir itirafıdır.

Ancak unutulmamalıdır ki, bilgisizlik, hiçbir zaman haklılığın özrü olmamıştır.

Olamaz da.

Bilindiği üzere Grekçe “poiesis,” şiir, üretmek demektir. Ancak yargıçlar, ozan değildirler. Karar verirlerken hukuk üretmezler; şiir de üretmezler. Sadece bilimin ışığında doğru bilgiyi tüketirler. O kadar.
Yine azınlık görüşünün dayandığı ve öncekiler doğrultusundaki bir başka nedence de şudur: Tarafların bireysel başvuru konusu yaptığı yakınmayı, davada yer alan öbür tarafların duruşma sırasında hiç dile getirmemiş, özellikle de doğrudanlık ilkesiyle ilgili bir iddia ileri sürmemiş olmalarıdır. Dolayısıyla bundan çıkarılması gereken sonuç, azınlıkta kalan yargıçlara göre, şu olmak gerekirmiş: Çoğunluğun ileri sürdüğü doğrudanlık ilkesi mutlak değildir ve de bu ilkenin istisnaları bulunmaktadır!?

Böyle bir yaklaşım ise, üzülerek vurgulamak gerekir ki, elbette “duruşma” aşamasının yalnızca özünü değil, varoluş nedenini de, hukuk bilimi açısından hem bilmemenin, hem de bilinmesinlerciliğin (karanlıkçılık, obskurantismus, obscurantism, obscurantisme) bir yansıması, kısaca kişilerin bilgisizliğinin hukuk bilimini çürüteceğini ileri sürmek ve de bunu bir kanıt olarak mahkemenin önüne getirmek demektir.

Böyle bir kanıtlama girişimi ise, elbette her şeyden önce, yalnızca bilim dışı değil, aynı zamanda hem mantık dışıdır, hem de çok çarpıktır.

Son olarak ekleyelim ki, hiçbir hukuk düzeninde, bu arada elbette Türk öğretisinde, biliminde, nasıl yapılması gerektiği yasalarca belirlenen istinabe yolu dâhil, yazılı hukukta doğrudanlık ilkesini dışlayan ayrıklı (istisnai) durumlar yoktur.

Olamaz da.

Dahası, olsaydı bile istinabe kavramı ve yönteminden yola çıkılarak, bilim dışı gerekçelerle oturum çokluğunun ve duruşmaya katılan yargıçların değişmelerinin hukuka uygun bulunduğunun savunulması, karşı oyda yer aldığı üzere, ceza davalarında “kurgu”nun -ki sanırız bu son sözcük “yargının” olacaktı- ve de bütün kanıtların soruşturma evresinde tamamlanması üzerine kurulacağının belirtilmesi, ne yazıktır ki, azınlık görüşünün her şeyden önce duruşma kavramını, ilkelerini ve de temel sorunu hiç kavrayamadığının çürütülemez bir belgesidir.

Duruşma tutanağının okunması, asla duruşma (atışma) yapmak değildir, efendiler. Kendimizi kandırmayalım. Bu işlem, tek yanlı bir bilgi sunmadır. O kadar.

Üstelik tutanakları okuma, sizlerin de çok iyi bildiğiniz gibi, uygulamada asla gerçekleşmemektedir. Lütfen kendimizi aldatmayalım. Ayrıca bu saçmalığı savunanlara ve uygulayanlara böyle bir eylemin suç olup olmadığını, bu suçun ne olduğunu araştırmalarını salık vermekte yarar vardır.

Özetle mahkeme kararlarının var oluş koşuluyla ilgili bir kararda yukarıda sunulan bu türden yaklaşımlar ve azınlık gerekçesi, elbette, ne yazık ki, bütünüyle hukuk dışı ve de boş sözlerden ibarettir.

Bütün bunların ışığında yaşanan durum, açıkça şudur ve de çok vahimdir: İrdelenen azınlık görüşü, ne yazıktır ki, yasalarını aldığımız Avrupa hukuk bilimi karşısında hukukun doğru uygulandığı dünyada, kural olarak tek oturumda biten, bitmesi gereken “duruşma” kavramının, sözcük olarak bile ülkemizde pek çok deneyimli hukukçu tarafından dahi doğru olarak algılanmadığını, dolayısıyla bilinmediğini resmen ortaya koyan bir belgedir.

Ancak bu yanlış anlamayı ortaya koyduğu için karşı görüş, elbette çok yararlı olmuştur.

Ayrıca, yineleme pahasına anımsatmak gerekir ki, halk ozanlarının “atışma”larından esinlenilerek ve yargılama hukukunun bir kavramı olarak benimsenen duruşma teriminin karşılığı Batı hukukunda mahkemelerde karşılıklı durma, boy gösterme değil, “tartışma”dır (débat, dibattimento, debate), “çekişme”dir, efendiler.

Ancak ülkemiz hukuk uygulaması, bundan hiç ders almamış ve duruşma aşamasını işteş bir eyleme, sürgit karşılıklı durmaya çevirmiştir.

Unutmayalım ki, Mehmet Akif, ders alınmadığı için tarihin kendisini bire bir yinelediğini (tekerrür ettiğini) belirtmiş; İbn-i Haldun, “Mukaddime”de, “Geçmişlerin geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzediğini” söylemiş;” Georg Wilhelm Friedrich Hegel; “Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, iki kez yinelenir” demişse de; Karl Marx, Hegel’e evet, “Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak” diyerek yanıt vermiştir.

Ülkemizde ise, oturumdan oturuma, yargıçtan yargıçlara aktarılan, ciro edilen duruşmalar, duruşmalardan edinilen izlenimler ve kanılar, zaman zaman trajedi ya da komedi olarak yıllarca sürmekte, her Allah’ın günü yüzlerce mahkemede yaşanan bu komedi ve trajedi karşısında, hukuk fakülteleri dâhil, hiç kimsenin sesi sedası çıkmamaktadır.

Evet, ne yazık ki, eylemli olarak durum budur ve bu durum inceleme ve eleştiri konusu yapılan karşı oyda parlak bir biçimde itiraf edilmiş ve de savunulabilmiştir.

Son olarak vurgulamak gerekir ki, karşı oyda geçen ve dilbilgisi açısından “fiziken” sözcüğü, çok yanlış ve kendinden menkul üretilmiş, iğreti bir sözcüktür. Her şeyden önce Batı dillerinde böyle bir sözcük yoktur. Türkçede de yoktur. Olamaz da. Çünkü Latince kökenli “fizik” sözcüğünün sonuna bir doğu dilinin “–en” eki eklenerek yeni bir sözcük ya da deyiş asla türetilemez

Kısaca, üzülerek belirtmek gerekir ki, kararda yer alan karşı oyun, yani azınlık görüşünün bilim, hukuk, hatta dilbilgisi açısından hiçbir dayanağı, anlamı, dolayısıyla değeri yoktur.

Türkçe açısından ise, yanlışlıklarla dolu bir metindir.

Bütün bunlar gözetildiğinde sonuç şudur: Besbelli ki, hukukun yasaları (kuralları, ilkeleri), matematiğin yasalarından çok başkadır. Bu açıdan ABD’li bilim insanı hekim Lewis Thomas’ın (1913-1993), “Yirminci yüzyıl biliminin en büyük başarısı, insan bilgisizliğinin keşfi olmuştur” sözü, aslında boş bir söz değildir.
Ayrıca hiç unutulmamalıdır ki, okunmadığı halde “eski tutanaklar okundu” denilerek bir tutanak tutulması, asla sıradan bir belge düzenlenmesi değil, aslında yazılı hukuka göre, dün de, bugün de kendiliğinden kovuşturulması gereken ağır bir suçtur: Geçersizliği belirleyinceye değin geçerli bir belge düzenlemek (TCY; m. 204/2, 3).

Özetle, eski tutanaklar aslında hiç okunmadığı için böyle bir tutanak düzenlemek, her şeyden önce, dün geçersizdi ve suçtu, bugün de öyledir.

İşte bu geçersizlik, AYM’nin değinilen ve Resmi Gazetede yayımlanan kararıyla ve karşı oyla da güçlendirilerek bütün hukuk dünyasına çarpıcı biçimde yansıtılmıştır.

Hukukumuza hukuksallıklar getirsin.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir