Yıllardır yaşadığı evde en ufak bir değişim yapmamış. Ama ruhunun soluk da olsa nefes aldığının, Baki’nin yaşadığının kanıtı dokunamadığı o çocukların düşürdüğü çatlak bir vazo. İç sahnelerde Baki’nin evinde hiçbir şekilde en ufak bir bulaşık, dağınıklık görmeyiz. Ev içindeki düzenine rağmen bahçesi hurdalarla doludur. Baki için evi iç dünyasını, bahçesi ise dış dünyasını simgeliyor. Ne zaman ki Elif’le ilgili duyguları konusunda harekete geçmeye karar veriyor o zaman bahçesini de düzenliyor
Gassal Baki, kefenlediği her bedenle, kendi kozasını da örüyor. Gasilhane onun güvenli limanı, şifahanesi. Kurtların inlerine çekilip iyileşmek için yaralarını yaladıkları gibi o da gasilhanede kendi yaralarına pansuman yapıyor.
Tarkovski “Sanatın amacı insanı ölüme hazırlamaktır. İnsanı iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır.” der. Gassal tam da böyle bir yerden izleyiciyle buluşuyor.
Konusunun orijinalliği, kamerayı daha önce işlenmemiş bir alana çevirmesinden geliyor. Televizyon izleyicisi için yüzülmemiş sular bunlar. Ekranda ölüm ile kefenlenene kadar ki süreci görmeyiz. Zorlarsak, Red Kit’teki soluk benizli akbaba simalı Mathias Bones adlı cenazeci akla gelebilir; fakat Baki ile Mathias birbirine tamamen zıt iki karakter. Ölülere müşteri diyen şoför Merdan’ı azarlayan Baki’nin aksine Mathias bir ayağı çukurda olanların peşinden elinde mezurasıyla koşar.
Kişinin hayatta karşılaştığı zorluklara dair yorumu, deneyimlemesi kendine özgüdür. Film bir gassalin varoluşsal kaygılarıyla izleyicinin dünyasındaki iz düşümleri arasında bağ kurabilen başarılı bir yapım.
Bir insan düşünün, çocuk yaşta evinin bahçesine adım attığı gibi annesini çamaşır leğeninin yanında, köpüklü sular içinde ölü halde buluyor. Aynı çocuk ne koca ne de baba olma hevesi bulunmayan bir adama, ta ki hapse düşüp onu yalnız bırakana dek “baba” demek zorunda kalıyor. Annesinin apansız ölümüyle beraber, cenazenin defnedilişini görmesi, komşularının ölü evine sahip çıkıp, evi boş bırakmaması, helva kavururlarken ki ince detayları dahi onunla paylaşmaları, Baki’nin tüm hayatını etkileyerek meslek seçiminin temelini atmış. “Ben gassal olmak için doğmuşum” derken bir insanın travmalarının meslek kararına, yaşantısına ne denli etki ettiğini görüyoruz.
Bir insan düşünün hayatının dümenine geçememiş, kendi sorumluluğunu alamamış. Baki’nin kontrol edemediği kayıplar sonucu, kendi kontrol alanını oluşturması ne kadar da elzem değil mi? “Gassal elinde meyyit” sözü buraya tam oturuyor. Gasilhanede, laboratuvar şartlarına eş değer kontrol alanı oluşturan Baki, yapılacakları belli bir ritüel çerçevesinde belli bir sırayla yapmak zorunda. Hal böyle olunca yapılandırdığı bu çerçeve Baki’ye güvenlik, olumsuzluklarla baş etme ve hayatı içinde sınırlı da olsa yeniden kontrol duygusu sağlıyor. İlk olarak bedeni yıkayacağı suyu, gerekli ısıya getiriyor. Bedeni çevirme, belli ebatta kesilmiş kumaşı usulüne uygun giydirme, çörek otları serpme ve dua ile kefenleme ritüelini tamamlıyor.
‘ÖLÜNCE BENİ KİM YIKAYACAK?’ SORUSUNUN ALTINDAKİ TEMEL MOTİVASYON
Baki’nin “ölünce beni kim yıkayacak?” sorusunun altında yatan temel motivasyon ise anne şefkat ve özenine duyduğu ihtiyacın son yolculuğuna çıkarken karşılanma arzusu olabilir mi? Yakınındaki erkeklerin içerisinden gassali olabilme kriterlerini karşılayanlar Nazmi ve Ahmet’ti. Çünkü her ikisi de çocuklarına yeri geldiğinde hem anne hem baba olabilme kapasitesine sahip kişilerdi.
Çocukluluğunu anne babasıyla hak ettiğince yaşayamamış olan Baki’nin, güvenli bağlanma konusunda sıkıntı yaşadığını görüyoruz. Geçmiş yaşantısında tamamlanamamış, bitmemiş, eksik kalmış hikayeler ruhunda büyük boşluklar bırakmış. İhtiyaçlarını dile getirmekte lal kalmış, ilişkilerindeki sıcaklığa tutunup çapa atamayışının nedeni, küçüklüğünden beri fırtınalı zamanlarında sığınacak güvenli limanı olmaması. Bir çocuğun ne kadar itiraz etse de sonunda ebeveyninin sözünü dinlediği gibi etrafındakilerin sözlerine tutunup kolay yönlendiriliyor. Baki de hayatında onunla ilgilenen tek kişinin sözünü dinliyor.
Ahmet ve Neslihan’ın dördüncü çocuğu gibi. Kerime’yi tanımasa da onların isteği doğrultusunda peşlerine takılıp adını bile bilmediği halde istemeye gidebiliyor.
Dünyaya veda edeceği güne kadar hayatını tekdüze yaşayan, kendini ilerletecek amaçları olmayan, pause tuşuna basılmış bir insan Baki. Ruhunu dondurmuş, çocuk kalmış o nedenle Ahmet ile Neslihan arasındaki romantik ilişkiyi de anlamlandıramıyor. Kendi hayatındaki yakın ilişkide olduğu kişilere ise son derece mekanik davranıyor, duygularını harekete geçirme konusunda antrenmansız. Bunun yanında dünyanın erozyona uğradığını ve iki yüzlü olduğunu düşünüyor.
Uzman Psikolog Dr. Nevin Dölek, “Yaşarken çocukla anne baba arasında görülmez bir sözleşme vardır: onu sevmek ve korumak” der. Baki’nin annesini çocuk yaşta kaybetmesinin ardından babasının da çekip gitmesi, sözleşmenin bozulmasına ve terk edilmişliği çok daha derinden hissetmesine neden olmuş. Bir de ölüm tek başına gelmemiş kuyruğunda başka sıkıntılar da getirmiş. Anne yok, baba var ama yok. Baki’nin yetişkinliğe giden yolda ne denli tökezlediğini günümüzdeki yalpalayışında görüyoruz.
Baki, son durak olan ölümle yüzleştiğinde kendisini kimin yıkayacağı sorusuna cevap arıyor. Fakat bu yolun ara duraklarında yaşamak adına neler yapıyor? Hayatın nabzına, dinamizmine katılamadığı birçok sahne görüyoruz:
Baki, Ahmetlere misafirliğe gider.
-Neslihan: Ooo kimler gelmiş?
-Baki: Her gün geliyorum neredeyse, her seferinde karın gelişime şaşırıyor Ahmet. Ne zaman alışacak bana?
-Neslihan: Alışkınım ama yine de seviniyorum Baki, içimdeki yaşam enerjisini o coşkuyu yiyip bitirmene izin vermeyeceğim.
-Baki: Yaşam enerjisiyle dolu, kendini dağcılığa adamış biri vardı Neslihan. Yıkadım.
Ahmet’in onu ziyaretlerinde kullandığı psikolojik söylemleri her defasında sarkastik bir dille savuşturarak yüzleşmekten kaçınıyor. Çocuk sesine, dokunuşuna tahammül edemiyor. Ahmet’in, karısının rüyasını gerçeğe dönüştürmek için bahçesine havuz yapma isteğini yargılıyor. Yıllardır yaşadığı evde en ufak bir değişim yapmamış. Ama ruhunun soluk da olsa nefes aldığının, Baki’nin yaşadığının kanıtı dokunamadığı o çocukların düşürdüğü çatlak bir vazo. İç sahnelerde Baki’nin evinde hiçbir şekilde en ufak bir bulaşık, dağınıklık görmeyiz. Ev içindeki düzenine rağmen bahçesi hurdalarla doludur. Baki için evi iç dünyasını, bahçesi ise dış dünyasını simgeliyor. Ne zaman ki Elif’le ilgili duyguları konusunda harekete geçmeye karar veriyor o zaman bahçesini de düzenliyor.
Ölümün insan ayrımı yapmaksızın herkesin başına gelebilirliğinin farkında olan Baki, varoluşa dair farklı erdem ve bilgelik donanımına sahip. Merdan ve Baki’nin birbirine zıt karakterleri, hikayeye derinlik katıyor. Mafya cenazesindeki lüks kefen takımı, toplumsal hiyerarşinin boyutlarını gösteriyor. Merdan “Zenginin ölüsü bile olay. Adam şanslı, nerelerde gezdi, gününü gün etti. Sen cenazen kalabalık olsun istemez misin? Bizim cenazemiz olsa kaç kişi kalır başımızda? Ölüm yıl dönümünü anarlar. Manzaralı mezarlık yeri almışlar” der. Mafyanın yakınları ise kalan paraları kaçırmanın derdiyle çil yavrusu gibi dağılır. Kimsesizlerin kimsesi Baki sahiplenir meftayı. Merdan’ın dediklerinin üstüne, Baki “demek ne şanslı adam ha “der. Cenaze gömüldükten sonra toprağa su döken çocuklara cebinde kalan son bozuklukları verdiği sahnede yine hayatın tuhaflığını, zıtlığını, anlamsızlığını etkileyici bir şekilde gözler önüne serer. Zira kefenin cebi yoktur.
Baki için yaşamak, “olmak”tan ziyade “yapmak” ile eş değer. Kendi olmak için harcamaya değer bulmadığı zamanı yaşamıyor. Travmalarının etkisiyle, gerçekleştiremediği “bilme ve yaşama” potansiyelini bastırdığı için duyduğu varoluşsal suçluluk ve kaygı, kendi için olmasa da Nadir için harekete geçmesini sağlıyor.
ALBERT CAMUS’NUN YABANCI’SINDAKİ MEURSAULT VE BAKİ
Nazım’ın hesapta olmayan ölümünün ardından, onu yıkayan Baki’ye gasilhanenin önündeki banka oturan Elif soruyor: “Hiç üzülmüyor musun?” Baki “Anlayamayacak kadar çok” der. Bu sahne Albert Camus’nun Yabancı’sını hatırlatır. ‘’Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum. Bakımevinden bir telgraf aldım: Anneniz öldü. Cenazesi yarın kaldırılacak.” Yabancı’daki Meursault karakteri herhangi bir kaygı, endişe, derin üzüntü gibi duygular göstermeyen farklı bir profildir. Meursault’a göre hayat, yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydi. Annesi öldüğünde ağlamaması, sütlü kahve içmek istemesi, toplumun beklentilerine uygun yaşamaması ötekileştirilmesine sebep oldu. Burada Elif de ağlamayan Baki’nin duruşundan gerçekten üzülüp üzülmediğini anlayamadığı için sorgulama gereği duyar. Üzülmenin en saf hali ağlamak mıdır? Aslında Baki’nin kaygısız, dertsiz ve sanki bu dünya ile alakası olmayan biriymiş gibi görülmesinin nedeni, toplumla arasına mesafe koymasıdır. Bu kendini gerçekleştiren kehanetteki gibi bir durum. Yaşayanı tehdit olarak görüp topluma mesafeli durduğunda insanlar da burada bir tuhaflık var zannına kapılıp ondan uzaklaşıyor ve Baki yalnızlaşıyor.
Rollo May, ‘Kendini Arayan İnsan’da, psikolojik sorunların kök sebepleri olarak; içi boş insanlar, yalnızlık, endişe ve benliğin tehdidine yer verir. İnsanın en büyük sorununu ne istediğini bilmemesi değil ne hissettiğine dair fikrinin olmaması der. Baki bu nedenle arzu ve isteği olmaksızın Kerime’ye evlilik teklif etmeye gider. İçselleştirmediği ve “mış” gibi davrandığı için de yalpalar. Kendi istediği, kendine yakın bulduğu ise Elif’tir. Sevmek için yaşamak; yaşamak için de ölmemeyi isteyecek kadar bir şeylere bağlanmak gerekir.
Ölüm çözülebilir bir problem mi? Var oluşumuzun özü üzerinde çözmeye çalıştığımız fakat çözemediğimiz bir soru. Ölüm bir kereye mahsus, deneyimin sahipleri açısından hafızaya işlemeyen, üzerinde kişisel tecrübe bakımından konuşulamayan bir sınır deneyim. Ölümden korkmak mantıklı olsun ya da olmasın ölecek olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Sanırım asıl mesele insanın yaşamındaki güzellikleri yeteri kadar takdir edip etmediği. Kişinin buna verdiği cevap hayır ise ölümü kabullenmek, yüzleşmek, kucaklamak daha da zorlaşan bir durum.
İnsan kendini gerçekleştirme yoluna girme potansiyelini nasıl bulur ve onu nasıl tanır? İnsan yolunu kaybettiğini nasıl fark eder?
İrvin Yalom’a göre; ‘suçluluk yoluyla, anksiyete yoluyla, bilincin çağrısıyla tanır ve fark eder’. Ben buna ambivalan duyguları da ekliyorum. Çünkü Baki’nin varoluşsal kaygıları ve ölüm konusundaki düşünceleri onu yaşam potansiyeline çağıran bir rehber de olabilir. Belki de ikinci sezonda bunu izleriz. İnsanların hayatında patlak veren krizler, Erich Fromm’un deyimiyle ‘sihirli yardımcılar’ olabilir. Keşke hayata dair tek bir tılsımlı reçete olsa… Fakat parmak izlerimiz gibi yaşantılarımız da bize özgü, biricik.