Yaklaşık on beş asırdan beri pek çok İslam âliminin yazdığı milyonlarca eserde tevhid hakikatinin delilleri serdedilmiştir. Sahabeden sonra en büyük müçtehit kabul edilen dört mezhep imamlarının Allah’ın ‘vacibu’l-vücud’ (varlığı zorunlu) olduğuna dair ortaya koyduklarını şöyle anlatabiliriz...
Peygamberler onlara/kavimlerine hep şunu söylediler: ‘Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın varlığı hakkında hiç şüphe olur mu?' (İbrahim, 14/10) mealindeki ayette, yaratanla yaratılanlar arasında olması gereken zorunlu bir ilişkiye işaret edilmiştir. Buna göre bir yerde bir bina varsa, onun mutlaka bir banisi olur. Bir resim tablosu varsa, onun mutlaka bir ressamı olduğu akla gelir. Ucu sivri, başında delik bulunan ve her halinden dikiş için görevli bir alet olduğu sezilen bir iğne bile ustasız olamaz. Bir tek harf bile yazarsız olamaz. Bu gibi kesin hakikatler ortada olduğu halde, şu kâinat kitabının bir yazarı, şu evrendeki sanat tablolarının bir sanatkârı, şu yer ve gök ülkesinin bir idarecisi, şu varlıkların resmini çizen bir ressamın varlığında şüphe etmek, aklını ekmek peynirle yemek anlamına gelir.
Allah’ın varlığı ve birliğinin delilleri yüzbinlerdir. Yaklaşık on beş asırdan beri pek çok İslam âliminin yazdığı milyonlarca eserde tevhid hakikatinin delilleri serdedilmiştir. İslami literatürde bu konuda meşhur olmuş şu düstur çok şey anlatmaktadır: “Allah’a giden /Allah’a ulaştıran yollar, varlıkların nefis ve nefesleri sayısı kadardır.”
Bununla beraber, biz bu yazımızda İslam âleminin sahabeden sonra en büyük müçtehit kabul edilen dört mezhep imamlarının Allah’ın “vacibu’l-vücud” (varlığı zorunlu) olduğuna dair ortaya koydukları delillerinden birine yer vereceğiz:
İmam-ı A’zamın ‘kaptansız gemi’ delili
Ebû Hanife/İmam-ı azam, dehrilere/ateistlere karşı, Allah’ın bir kılıcı idi. Onlar da onu öldürmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün o, mescidinde oturmaktaydı. Tam o sırada, kılıçlarını çekmiş olan bir grup insan, ona hücum ederek, onu öldürmek istediler. Bunun üzerine Ebû Hanife onlara şöyle dedi: “Önce soracağım bir soruya cevap verin, sonra da dilediğinizi yapın!” Bunun üzerine onlar: “Haydi sor” dediler. Ebû Hanife şu soruyu sordu: “Ağzına kadar yüklerle dolu bir gemi gördüm ki denizin dalgaları arasında yüzen bu gemiyi, çarpan dalgalar ve muhtelif yönlerden esen rüzgârlar idare ediyordu. Bu gemi, bu dalgalar arasında -bir kaptan veya yönetmeyi üstlenmiş birisi olmadığı halde- batmadan, alabora olmadan dosdoğru gidiyordu” diyen adam hakkında ne dersiniz? Bunun olması, aklen mümkün müdür?” Bunun üzerine onlar, “Hayır” dediler, “Bu aklın kabul edeceği bir şey değildir.” İmam-ı Azam şöyle dedi: “Allah aşkına söyler misiniz! Aklen, onun idaresini ve belli bir rotada hareket etmesini sağlayan bir yetkili olmadan, bir geminin denizlerde doğru bir biçimde hareket etmesi, rotasını şaşırmadan yüzüp gitmesi, aklen mümkün olmadığı halde, bu koca dünyanın, çok çeşitli halleri, değişik işleri, hareketleri, hazineleri ve harika genişliği ile beraber ayakta durması nasıl mümkün olur?” Bunun üzerine, dehrilerin/tanrıtanımazların hepsi ağlamaya başladılar ve “Doğru söylüyorsun, haklısın” dediler. Kılıçlarını kınlarına sokarak, yaptıklarına pişman oldular.
Biz de diyoruz ki, evet çok doğru söylediniz, büyük imam! Milyonlarca gök cismini belli yörüngelerde çok amaçlı kozmik işler için hareket ettiren, yerküresi gemisini, günler, aylar, yıllar, mevsimleri netice verecek şekilde feza denizinde yüzdüren bir yaratıcının varlığını görmemek çok tuhaf ve pek gariptir.
İmam Malik’in ‘farklı ses ve nağmeler’ delili:
Abbasi halifesi Harun Reid, İmam Malik’e tevhid delilini sormuş, O da özetle şöyle cevap vermiştir: “Başta insanlar olarak bütün canlıların farklı diller konuşması, farklı seslerin çıkarması, farklı nağmeler üretmesi, sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibi bir yaratıcının varlığına ve birliğine şahadet eder.”
Bu veciz ifadeyi şöyle açmak mümkündür: Bu delil, aslında Kur’an’ın bize sunduğu bir hakikattir. İlgili ayetin meali şöyledir: “Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun ayetlerindendir (varlığının belgelerindendir). Bilgi sahibi olanlar için bunda alınacak dersler vardır” (Rum, 30/22).
Hz. Âdem ve Havva’nın çocukları olan insanların aynı ailenin fertleri olarak bu kadar farklı diller konuşması, aynı hançereye sahip olmalarına rağmen bu kadar farklı sesler ve nağmeler çıkarması farklı seslere sahip olmasının arka planında elbette bilen bir yaratıcının -geri çevrilemez- bir tercihi ve -karşı çıkılamaz- bir iradesi vardır.
İmam Şafii’nin ‘dut ağacının yaprağı’ delili:
Bazı ateistler, İmam Şafii’ye “Yaratıcının varlığı hakkındaki delil nedir?” diye sordu. Bunun üzerine o, şöyle dedi: “Dut ağacının yaprağının tadı, rengi, kokusu ve karakteri sizce de birdir, değil mi?” Onlar: “Evet” dediler. Bunun üzerine İmam Şafiî şöyle dedi: “Onu ipek böceği yediği zaman, ibrişim; arı yediği zaman bal olur; koyun yediği zaman onun tersi olarak çıkar; ceylan yediği zaman da, onun özel kesesinde misk haline gelir... Yedikleri şeyin mahiyeti, karakteri bir olmakla beraber, bütün bu şeyleri bir tek şeyden böyle farklı farklı yapan kimdir? Elbette Allah’tır.” Yaklaşık 17 kişi olan bu inkârcı grup, İmam Şafiî’nin bu sözünü çok güzel buldu ve onun eliyle Müslüman oldu.
İmam Ahmed b. Hanbel’in ‘yumurta-civciv’ delili:
İmam Ahmed b. Hanbel ise Allah’ın varlığının delili olarak yumurtadan civcivin çıkmasını söz konusu etmiştir. Üzerinde bir gedik bulunmayan, dümdüz, dışı erimiş gümüş gibi, içi saf altın gibi olan bir kalenin yarılan duvarları içinden çıkan; hem duyan, hem gören bir canlıyı, kaleye benzeterek istidlal etmiştir. Ahmed b. Hanbel, kale ile yumurtayı; canlı ile de civcivi kastetmiştir. Nasıl ki kalenin, bir mimar ve ustasının olması gerekiyorsa, aynen onun gibi civcivin de bir faili olması gerektiğini söylemiştir.