Kâinat çapında görünen her şey çok akıllıca hikmetli amaçlar doğrultusunda hareket etmekte olduğu inkâr edilemez. Bunları, kör, sağır, dilsiz, akılsız, cansız sebeplere, tabiata veya tesadüfe havale etmek için akıldan istifa etmek bile yetmez. Süleymaniye Camii’nin mimarsız olması mümkün olmadığı gibi bu evrenin mimarsız, ustasız olması ondan bin kat daha fazla imkânsızdır.
Dünkü yazımızda tüm kainat ve içindekilerin varlık sahnesine çıkmasının nedenleri olarak “Bu varlığı, örneğin evreni veya insanı sebepler yaratmıştır”, “Onları tabiat yaratmıştır” maddelerinin doğru olmadığı açıklamıştık. Bugün de bu konuya devam edeceğiz, varlıkların tesadüf eseri ortaya çıkmadığını, kâinatın yaratıcısı ezeli, ebedi, her şeyi hakkıyla bilen, gören, işiten ve bir olan Allah olduğunu anlatmaya çalışacağız...
Varlıkların bir tesadüf eseri ortaya çıkmış olma ihtimali
Tesadüf aslında hikmetini bilmediğimiz işler konusunda ‘bir şeyler söylemek için’ kullanılan, gerçekliği bulunmayan mevhum bir argümandır.
Kâinatın ve içindeki tüm varlıkların harika görevler ifa etmesi, çok faydalı maksatları takip etmesi, işin arka planında her şeyi hakkıyla bilen, hakkıyla gören sonsuz ilim, hikmet, kudret ve irade sahibi bir yaratıcının varlığını gösterir. Bu konuyu da fazla uzatmadan, İmam-ı Azam’dan nakledilen bir olayla akl-ı selimin gözleri önüne serelim:
Menkıbeye göre, Bağdat’ta oturan İmam-ı Azam, o günkü meşhur bir zındık/ateist ile belli bir yerde insanların huzurunda Allah’ın varlığını tartışmak üzere belli bir saatte anlaşmıştır. Ancak İmam, bir-iki saat gecikmeli olarak toplantıya katılır. Ateist, bu gecikmesini bahane ederek, İmam-ı Azam’ın kendisinden korktuğunu, karşısına çıkamayacağını haykırmış ve çoktan galibiyetini ilan etmiş bile... Nihayet gecikmeli de olsa, İmam-ı Azam toplantıya katılır ve mazeretini şöyle belirtir:
“Kusura bakmayın, ben Dicle Nehri’nin karşı tarafından buraya geldim. Fakat bir şanssızlık eseri, ağaçlardan kopup gelen tahtalar biraz gecikmeli olarak kayığın inşasına başladılar. Tahtaların ağaçlardan kopmaları, bir araya gelmeleri, birleşerek bir kayık olmaları epey zaman aldı. Ben de bu sebeple geciktim, kusura bakmayın” der. Bunları duyunca ateist efelenir ve bütün gür sesiyle bağırır: “Demedim mi, beni deli olan kimselerle karşı karşıya getirmeyin diye. Bu adam bir kayığın tesadüf eseri olarak kendiliğinden meydana geldiğini söylüyor. Böyle gerizekâlı kimselerle ne konuşabilirim ki!”
Bunun üzerine İmam-ı Azam şu gerçeği seslendirir: “Arkadaşım! Sen birkaç tahtanın tesadüf eseri olarak bir araya gelip bir kayık olduğu iddiasını, akıldan uzak bir hayal, bir yalan olduğunu söylüyorsun da, koca kâinat gemisinin tesadüf oyuncağı olarak var olduğunu savunuyorsun; bu nasıl bir akıl, bu nasıl bir zekâ, bu nasıl bir ilim, bu nasıl bir feraset!”
Evet, kâinat çapında görünen her şey, çok akıllıca, bilgilice, hikmetli amaçlar doğrultusunda hareket etmekte olduğu inkâr edilemez. Bunları, kör, sağır, dilsiz, akılsız, cansız sebeplere, tabiata veya tesadüfe havale etmek için akıldan istifa etmek bile yetmez.
Kâinatın yaratıcısı ezeli, ebedi, her şeyi hakkıyla bilen, gören, işiten ve bir olan Allah’tır
Demek ki, söz konusu üç ihtimalin hiçbiri kabul edilmeye değer bir konumda değildir. Bunların hepsinin ayıklanması ise asıl değer verilmesi gereken ihtimali ortaya koymuş demektir. Kâinat çapında görünen işler, icraatlar, hareketlerin hepsi çok bilgili, akıllı, şuurlu, hikmetli bir çizgi takip ettiklerine göre, elbette bu işleri ve bu icraatı yapanın da sonsuz ilim, hikmet ve kudret olduğunu zorunlu kılar.
Çünkü sağır fertlerden iyi duyan bir meclisi, dilsiz fertlerden çok hatip bir topluluğu, kör fertlerden çok güzel gören bir cemaat meydana getirildiğine tarih şahit olamamıştır. Keza, tımarhaneden bin kişilik bir grubu getirip onlardan akıllı bir meclis kurmaya çalışmak, abesle iştigal etmektir. Demek ki, bu cansız, akılsız, kör, sağır nesnelerin, hareketlerinde aklı, hayatı, görmeyi, işitmeyi göstermesi, bu işlerin kendilerine ait olmadığının açık göstergesidir.
Son olarak şunu belirtmeliyiz ki;
Şu muhteşem Süleymaniye Camii’nin mimarsız olması mümkün olmadığı gibi bu evrenin mimarsız, ustasız olması ondan bin kat daha fazla imkânsızdır. Evrenin ve diğer varlıkların kendileri, birer gerçeklik olarak ortada iken, bazı masallara sarılanların durumu göründüğü gibi içler acısıdır.
Örneğin, insanın gören bir gözü vardır. Ve görmesi için de güneş gerekir ve bakıyorsunuz ki o da vardır. Acaba bu ikisi arasındaki yakın ilişkiyi görmeyenler başka hangi gerçeğe inanabilir. Bir şehrin kendiliğinden kurulduğunu söyleyeni tımarhaneye yollarlar. Bu harika düzen içindeki koca evrenin kendiliğinden kurulduğunu söylemek için normal deli olmak bile yetmez...