Huşû, ibadet ederken hissetmemiz gereken Allah’a saygı, tevazu, hatta korku ve kaygı duygusudur. Peygamberimizin, “Allahım! Huşûsuz kalpten, doymayan nefisten, faydasız bilgiden, dinlenmeyen sözden sana sığınırım” duası huşûnun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de kurtuluşu hak eden müminlerin nitelikleri sıralanırken en başta “namazlarında huşû halinde olanlar” ifadesiyle huşûya yer verilmiştir.
Ne demek huşû? Huşûyu anlamak zor, anlatmak daha zor, yaşamak daha da zor. Kaynaklarda başlıca şu anlamlar veriliyor: 1. kalbin elemi, 2. korku, 3. tevazu, 4. saygı…
Huşû, ibadet veya herhangi bir hayır yaparken ruhumuzun derinlerinde hissetmemiz gereken Allah’a saygı, içtenlik, ihlâs, tevazu, hatta korku ve kaygı duygusu… Bazılarına göre, Allah’ın huzurunda dururken bu duyguların tesiriyle dışımıza yansıyan ürperti; edep ve saygıyla huzurda durma halidir huşû. Bir açıklamaya göre huşû dışta görülür; haşyet ise içtedir. Demek ki huşû, kalpteki haşyet’in harekete, söze ve göze yansıması oluyor.
Başta tasavvufçular olmak üzere İslâm alimleri şunu derler: Evet, kıraat olmadan namaz, aç kalınmadan oruç, mal vermeden zekât, Arafat’ta durmadan hac olmaz. Bunlar ibadetlerin, hayırların zâhiri şartları, vazgeçilmezleridir. Ama bir de işin bâtını, içi, özü var. Bedenimiz gibi kalbimiz de ibadet halinde olmalıdır. Onun için Peygamberimiz şöyle dua etmiştir:
“Allahım! Huşûsuz kalpten, doymayan nefisten, faydasız bilgiden, dinlenmeyen sözden sana sığınırım.”
Sufi müfessir Sehl et-Tüsterî, “namazlarında huşû halinde olanlar” mealindeki ayeti yorumlarken huşûyu, “bir hükümdar karşısında nasıl edep şartlarına uygun şekilde durulursa, Allah’ın huzurunda namaz kılarken de öyle durmak; hareket ederken, durup otururken kalbini mâsivadan boşaltmak” şeklinde açıklar.
TAKVA MÜSLÜMANLIĞI
Bu söylenenler de gösteriyor ki huşû zor bir iş… Çünkü somut bir tutum ve davranış değil. Namaz, oruç, hac gibi ibadetlerin gözle görülen uygulamasını, din dilindeki tabiriyle zâhir tarafını yapmak kolay; ama bâtın zor... Zâhir fıkıh ve fetva alanı, bâtın ahlâk ve takva alanıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in yüzlerce âyeti, Yüce Rabbimizin bizden istediği asıl ve doğru dindarlığın fetva Müslümanlığı değil, takva Müslümanlığı olduğunu bildirir.
Sufi alim Abdalluh b. el-Mübârek’in naklettiği bir hadiste Resûlullah efendimizin şöyle buyurduğu belirtilir: “Bu ümmetin hayatından en önce iki şey çekilecek: Biri emanet (insanlar karşısında güvenilir olmak), diğeri de huşû (Allah karşısında saygılı ve kaygılı olmak).”
Gazâlî, “Allah’ın birliği inancını bütün özüyle benimseme ve bütün hayatıyla yaşama” şeklindeki anlamıyla ‘tevhid’den bahsederken özetle der ki: Bir kimse, her sabah Allah’ın huzurunda kıbleye dönüp diliyle “Mümin ve muvahhit olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Allah’a çevirdim” (En‘âm 6/79) derken, aklı fikri para kazanmanın, mevki ve itibar elde etmenin yollarıyla meşgulse, bilinsin ki o kişi günün ilk yalancısıdır!
İbadet ve her türlü iyiliği yaparken, bütün davranışlarımız ve aklımızdan geçirdiklerimizle Allah tarafından görülmekte, bilinmekte olduğumuzun; O’nun bilgisi ve denetimi altında bulunduğumuzun farkında olmak, bu farkındalığı korumak zordur. Çünkü sürekli bizden bir şeyler isteyen, istediklerini koparmaya da alışık olan nefsimiz, ibadet esnasında da yakamızı bırakmaz; aklımıza türlü türlü dünyevi şeyler getirir. Kalbimizin ve hatta bedenimizin ibadet düzenini bozar. İşte bu da Allah’ın bizden istediği “huşû” denilen ibadet şuuruna aykırı olur.
Onun için bazıları –mesela- namaz kılan birinin, hiç olmazsa başlama tekbiri sırasında huşûyu hissedebilirse namaz için gerekli olan huşu şartını yerine getirmiş olacağını söylerler.