'Aynanın İçi, Aynanın Dışına Karşı' eleştirel denemesinde daha çok şair kimliği ile tanınan Attila İlhan'ın romancılığıyla düşün insanlığını, ideolojik önermelerini inceleyen Alper Akçam: “Attilâ İlhan’ın halka ve köylüye bakış açısı, çok başarılı bulduğum romanlarına bile gölge düşürecek ölçüde önyargılı bir yapıdadır. Halkın yüzde doksana yakınının köylerde yaşadığı dönem romanlarında bile hemen hiç köylü kahraman yoktur.”
SEDAT PALUT
Yazar Alper Akçam 'Aynanın İçi Aynanın Dışına Karşı' adıyla Abis Yayınları tarafından okura sunulan eleştirel denemesinde 'Attila İlhan Üzerinden Cumhuriyet Kültür Tarihi' okuması yapıyor. Çalışmasında, toplumun daha çok şair kimliği ile tanıdığı Attila İlhan'ın romancılığıyla düşün insanlığını, ideolojik önermelerini inceleyen Akçam ile KARAR okurları için konuştuk.
1952 doğumlu yazar, araştırmacıve tıp doktoru Alper Akçam, roman, öykü, makale, deneme, araştırma, inceleme, eleştiri ve mektup türlerinde birçok çalışmaya imza attı.
Alper Bey, Attila İlhan ile ilgili çalışmanızda onun tüm romanlarının değerlendirilmesi de var. Bu romanlar 20. yüzyılda yazıldı. 21. yüzyılda günümüze kadar yazılan Türk romanları ile Attila İlhan’ın romanlarını kıyaslarsak neler söyleyebilirsiniz onun romanları için?
Attilâ İlhan 'dönem romanları' yazarıdır. Edebiyat dünyamızda, Attila İlhan romanları ölçüsünde tarihe çok yönlü olarak ışık tutabilecek, geçmişi bugünkü imgelem alanına taşıyabilecek başka bir roman örneği yok gibidir. Attilâ İlhan, tarihi gerçeklikleri tüm boyutlarıyla ve kendi özgün atmosferi içinde metninde canlandırır. Onun kendi deyimiyle, kahramanları “kendi biyografilerini kendileri yazar”. Attilâ İlhan kurmacayı biçem ve dil yapısında öne çıkararak, yaşanmışlıklara sadık kalarak gerçeğin ayrıntılarına yönelir. Bu ayrıntı içinde dönemin kültür ve dil özellikleri de çok önemlidir. Roman atmosferinde, dönemin dil ve kültür öznellikleri de okuru kucaklar. Attilâ İlhan, gerçekleri bütün boyutlarıyla göz önüne seren 'sinematografik' metinler kurar. Yazdığı onlarca senaryo ile de bu konudaki başarısını perçinlemiş gibidir.
'ROMANLARI SONRAKİ KUŞAKLAR İÇİN TARİH HAZİNESİ'
Artıları ve eksileri nelerdir romanlarının?
Romanda artılar ve eksiler, sizin romandan ne beklediğinize bağlıdır. Tarihi gerçeklikler ve yaşanmışlıklara dayalı bir edebiyat türü sizin için çok değerliyse, Attilâ İlhan’ın gazete haberleriyle, devlet kurumları ve elçilik yazışmalarıyla bütünleştirilmiş, sağlam bir zemine oturtulmaya çalışılmış metinleri tek seçenektir. Kendi açımdan, Attlâ İlhan’ın dönem ruhunu tüm boyutlarıyla veren romanları çok başarılı romanlar olarak görüyorum. Hatta, dönemsel atmosfer, bilgi ve tarihi gerçeklikleri aktarabilmek gücü açısından eşsiz yapıtlardır. Attila İlhan romanları olmaksızın tarihi öğrenebilmek mümkün değildir gibi bir sav ortaya atabilmek bile olasıdır. Başka bir deyimle, Attilâ İlhan romanları ilgili dönemin canlı tanığı olamamış sonraki kuşaklar için bir tarih hazinesi sayılabilir. 'Yaraya Tuz Basmak'ı okumadıysanız Kore Savaşı’nı iyi bilmiyorsunuz demektir. Demokrat Parti yıllarının içyüzünü tüm açıklığıyla görmek ve o günleri yeniden yaşamak istiyorsanız, 'Kurtlar Sofrası' ve 'Sırtlan Payı'ndan vaz geçemezsiniz. 'O Karanlıkta Biz' ise TKP tarihi açısından çok önemli noktalara dokunur.
'İNÖNÜ'YÜ BATI TAKLİTÇİSİ OLARAK GÖRÜR'
Attila İlhan, Atatürk ile kıyaslandığında İsmet İnönü’ye karşı çok net ve olumsuz bir tavrı var. Sebebi de onu 'Batıcı' olarak yorumlaması. Pekiyi, Atatürk’ün 'muasır medeniyet' kavramı neyi işaret etmektedir, İnönü’ye karşı tavrı neden bu kadar negatiftir?
Yanıt sonunun içinde var zaten; Attilâ İlhan, İnönü’yü Batı taklitçisi olarak görür. Bunun için de sevmez. İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde gerçekleştirilmiş her şeyi eleştirir. Bilindiği ve Attilâ İlhan’ın da vurguladığı gibi, Atatürk’ün 'muasır medeniyet' kavramı içinde bir taklitçilik yoktur; Atatürk’ün sağlığı döneminde 'Batı’ya rağmen Batıcı' bir anlayış egemendir. Atatürk 'emperyalizme ve kapitalizme karşı' olduğunu açıkça söyler; bir yandan da Batı kapitalizminin Batı toplumlarına getirdiği kimi değerlerin Türkiye Cumhuriyeti içinde de var olması ve geliştirilmesinden yanadır. Atatürk’ün Batıcılığı, Fransız Burjuva Devrimi’nin parolaları olan 'Eşitlik, Kardeşlik, Hürriyet' ilkelerine bağlı kalabilmeyi içerir. Cumhuriyetin belli bir aşamasına geçildikten sonra İş Bankası’nın kurulması ve benzer uygulamalarla Cumhuriyete sahip çıkabilecek bir burjuva sınıfı yaratılmaya çalışılmıştır. Demokratik cumhuriyet, erkler ayrılığı, kadın hakları gibi 'Batılı' değerler Batı’ya boyun eğilmeden toplumsal geçerlilik kazanmalıdır. Emperyalist çağda kapitalizmin 'serbest rekabetçi' çağındaki devrimciliği kalmamıştır. Bu nedenle de, Atatürk sağlığı boyunca Batılı ülkelerle ikili anlaşmalar yapmamış, bağımsız bir dış politikadan yana olmuştur. İnönü ise Batı’ya boyun eğerek, Batı’nın taleplerini yerine getirerek onların yanında yer almak gibi bir politika izlemiş ve Kıbrıs sorununda olduğu gibi birçok tarihi aşamada da bunun ne kadar yanlış bir politika olduğunu kendisi de görmüştür. Attilâ İlhan, Köy Enstitüleri’ni de İnönü politikasının bir parçası sayıp karşı çıktığında, 'Batı taklitçiliği' olarak gördüğünde ise, büyük bir yanılgıya düşer, tarihi gerçeklikleri yerinden saptırır. Köy Enstitüleri’nin temeli İnönü’den çok önce atılmıştır ve onun felsefesinde de, uygulamasında da bir taklitçilik bulabilmek mümkün değildir.
Attila İlhan’ın sadece bir öykü kitabı var: Yengecin Kıskacı. Sizce öykü alanında neden daha fazla eser vermeyi tercih etmemiş olabilir?
Attilâ İlhan ayrıntıları seven bir edebiyatçıdır. 'Sinematografik bir anlatım'dan yanadır. Öykü türü, hele de 'kısa öykü' onun yazar tutumuyla pek bağdaşmaz. 'Yengecin Kıskacı' adlı kitapta da yalnızca dört öykü yer alır. 'Yengecin Kıskacı' adlı uzun öykü, 'Aynanın İçindekiler' roman dizisini 21. yüzyıla taşıma çabasındaki bir 'kısa roman' olarak okunabilir. Diğer üç öykü ise üslup bakımından çok zayıf ve sorunlu metinlerdir.
Kitabınızda şöyle bir ifade var: “Halkı tanımaz Attila İlhan; hele de onların o farklılıklar içeren kültürüne zerre kadar değer vermez. 'Folklor' deyip aynı torbaya koyar; kaldırır bir kenara atar. Halktan yana nutukları da havada asılı kalır.” Oysa toplumda Attila ilhan ile ilgili düşünce tam aksidir. 'Yerli' düşüncelere sahip olduğuna inanır insanlar. 'Ulusal Kültür' çok ön plandadır onunla ilgili. Sizi böyle bir düşünceye iten temel sebepler nelerdir?
Sizin dediğiniz o insanların Attilâ İlhan’ın 'yerli' bir düşünce yapısına sahip olduğuna nasıl inanmış olduklarını bilemem. Bu değerlendirme yalnızca öznel bir bakış açısının ürünü olabilir. Attilâ İlhan’ın kendisi ise halk kültürünü tamamen bir 'feodal / ümmet kültürü' olarak tanımlar. Ona göre, Cumhuriyet öncesinin halk kültürü, yalnızca 'feodal/ ümmet kültürü'dür. Folklor da o feodal ilişkilerin bir üstyapısıdır… (Hangi Edebiyat, s 170) Attilâ İlhan’ın halk kültür kavramına ve özellikle köylülüğe yönelik düşüncelerini ben uydurmadım; o nasıl yazmışsa öyle gördüm, öyle de eleştiri metnine aktardım.
Attilâ İlhan’ın halka ve köylüye bakış açısı, çok başarılı bulduğum romanlarına bile gölge düşürecek ölçüde önyargılı bir yapıdadır. Halkın yüzde doksana yakınının köylerde yaşadığı dönem romanlarında bile hemen hiç köylü kahraman yoktur. 'Yaraya Tuz Basmak’ta gördüğümüz köy kökenli Kara Başçavuş, son derece, çıkarcı, boğazına düşkün, güvenilmez bir insandır. Attilâ İlhan’ın köyden gelmiş kadın hizmetçileri de aynı çıkarcı zihniyetler içindedir.
Öykülerinde var mı peki köylü karakterler?
'Yengecin Kıskacı' adlı öyküde kadın kahraman Nuray’ın hizmetçisi Hayruş, Attilâ İlhan’ın hiç sevemediği köylü zümresinin kadın temsilcisi olarak metinde kendi rolünü oynar… “…o: bilinmez kaç çocuğun anası, başı omuzlarının arasına sanki boyunsuz yerleştirilmiş, tıkız bir ‘köylü’; kaytarıcı, hiçbir şeyi doğru dürüst yapmıyor, üç ayda bir zam ister’!”
Nuray, bir kamu kurumu olan Türkiye Enerji Ofisi’nin ihalelerinde dönen dolapları ortaya çıkarmaya çalışan, kendi çıkarlarına da engel olacak, devrimci geçmişinden 'Fidel' kod adı ve lakabıyla anımsadığı Halkın Sesi gazetesinin muhabiri Müfit’e ulaşabilmek için onun gittiği Kirli Bar'dan çıkınca, kaydırak oynayan iki sokak çocuğu ile karşılaşır. Bir zamanlar uğruna mücadele ettiği halkın bir parçasıdır onlar. “Birden, izahı müşkül bir kirlenmişlik duygusuyla irkildi; farkında olmadan, kokmuş bir fare ölüsüne dokunmuş gibiydi: eski hayatına!” Attilâ İlhan kahramanının halka yönelik bu değerlendirmeleri, yazarın tüm yapıtlarında ve kahramanlarında farklı biçimlerde ortaya çıkar ve yazar bakış açısıyla ilgili önemli ipuçları verir.
Sizce neden böyledir köylülere, halk kültürüne bakışı?
Attilâ İlhan, kökeninde, dinsel öğelerin egemen olduğu 'ümmet bileşimi'nin bir Selçuklu/Osmanlı kültürü olarak Anadolu’da çok 'muteber' olduğu ve diğer halklar tarafından da sevildiği, o kültüre uygun yaşandığı görüşündedir, 'Ulusal Kültür Savaşı' kitabında bu görülebilir. Bu bakış açısı da son derece öznel ve yüzeyseldir. Anadolu’nun farklı dillerdeki, kültürlerdeki halkları, Selçuklu/Osmanlı beylikleri kendilerine adaletli davrandıkça onlardan hoşnut kalmışlar ve onların akıncılarını, askerlerini de kendi emekleriyle beslemişlerdir ama içinde yaşadıkları kültür, yalnızca kendi özgün kültürleri olmuştur… Anadolu halklarının ne Selçuklulukla doğrudan bir bağı vardır; ne de o halk yığınları Arapçayı ve Farsçayı diline pelesenk etmiş yozlaşmış, devşirmeleri iktidarına ortak etmiş Osmanoğlu’na yakın durmuştur. Anadolu’daki halk kültürünün ve farklı kültürel öğelerin üstüneki perde, ancak Cumhuriyet’in kurulması ile yırtılmış, gerçek varlıkları ortaya çıkmıştır. Yozlaşma dönemlerine kadar konargöçer toplumun kandaş geleneklerini sürdüren Kayı Boyu’nun da, diğer Türk boylarının da, Selçuklu beyliklerinin kendilerinin de, 'ümmet' kültürüyle bir ilgileri olmamış, 'ümmet' olgusu, Osmanlıda Yavuz’dan sonraki hilafet, toprakta 'kesim düzeni' gibi değişikliklerle beraber toplumda yerleşmeye başlamış ve halk çoğunluğunun uzağında, şehir ve kasabalardaki tefeci-bezirgân zümresi içinde soyutlanarak kalmıştır. Attilâ İlhan’ın halk kültürü karşısındaki yaban ve yavan tutumu o kültürün farklı parçalarına kadar uzanır. Ona göre 'gerici Türk aydını'nın bir saplantısı da 'geleneksel seyirlik oyunlar'dır. 'Ulusal Kültür Savaşı' kitabında“Tiyatrolara boş verip, sünnetlerde, düğünlerde geleneksel seyirlik oyunlarıyla keyif çatacağız” ifadesini kullanır. Attilâ İlhan, ulusal kültür sorununu çözmeye çalışırken okuduğu, beğendiği batılı aydınların sözlerine de yer verir. Bu arada adını andığı ve övgüyle söz ettiği Foucault’ın kendisinin aşağıladığı seyirlik şenlik oyunlarını nasıl övdüğünü, kendisinin o oyunlar karşısında yeğlediği tiyatronun ise oyunu sınırlandırdığına ilişkin sözlerini ise ya görmemiştir, ya da görmezden gelmektedir. Bu sorunu kendimize daha fazla ayak bağı yapmadan geçebilmek için, tiyatro ile halk kültürü şenliklerinin başlıca öğelerinden olan seyirlik köylü oyunlarının karşılaştıran Foucault’dan kısa bir alıntı yapmak yararlı olabilir. “Bana öyle geliyor ki tiyatro şenliğe, deliliğe sırt çevirir; güzel bir temsil uğruna deliliğin güçlerini hafifletmeye, kuvvetini ve yıkıcı şiddetini kontrol etmeye çalışır. Tiyatro katılımcıları, şenliğin katılımcılarını ortadan ikiye ayırır aslında; bir yana oyuncuları öte yana seyircileri koyar. Şenliğin esasen bir iletişim maskesi olan maskesinin yerine kartondan, alçıdan bir yüzey, daha grift olan ama saklayıp ayıran maske geçirir.” (Michet Foucault, Büyük Yabancı, s 25)
'İŞÇİ SINIFINA BAKIŞI DA TARTIŞILIR'
*İşçi sınıfına bakışını nasıl yorumluyorsunuz peki?
Attilâ İlhan’ın çalışan yığınlardan ve onların kimi güncel sorunlarından epeyce uzakta kurgulanmış sanat tarzı, biraz da onun bu yığınlara bakış açısıyla ilişkilidir. Kendi kurduğu sınıfsal denklem içinde, Köy Enstitülü edebiyatçıları da katarak köylülük üzerine ve karşıtı olarak kurduğu tezler bir yana, işçi sınıfına ilişkin bakış açısı da gerçeklik temelleri bakımından epeyce tartışılır durumdadır. 'Sokaktaki Adam' kitabının 18'inci sayfasındaki “İşçi sınıfı, gerçek bir işçi sınıfı olarak, ancak burjuvazi iyice tarih sahnesine yerleşince görünecek: şimdilik köyle ilişkisini koruyan, yani köydeki kadar gerici, dağınık ve bilinçsiz bir gecekondu kalabalığı...” cümleleri buna örnektir. 1970 yılında yayınlanmış 'Hangi Sol'unda 'zaten pısırık işçi sınıfı' dediği o sınıf, aynı yıl içinde, 15-16 Haziran’da İstanbul’da öylesine büyük bir isyan başlatmıştır ki, zamanın iktidarı köprüleri kaldırarak, askeri birlikleri sokaklara ve fabrikalara sürerek işçileri durdurabilmiştir...
'İNÖNÜ UYGULAMASI OLARAK GÖRDÜĞÜ KÖY ENSTİTÜLERİ'NE DE KARŞI ÇIKMIŞ'
Attila İlhan’ın Köy Enstitüleri düşüncesine 'Hangi Sol' kitabından bakarak oldukça karşı olduğunu biliyoruz. Bu karşı çıkışın nedeni sizce nedir?
Attilâ İlhan, Köy Enstitüleri'ni İnönü’nün Batı taklitçisi bir uygulaması olarak görmüş ve bunun için karşı çıkmıştır. Oysa ki, Köy Enstitüleri hiçbir şeyin taklidi değildir. Köy Enstitüleri, onun sandığı gibi İnönü zamanına, Hasan Âli Yücel bakanlığına ait bir girişim değildir. Köy Enstitüleri’ne benzer bir amaç taşıyacak olan Köy Öğretmen Okulları’nın kuruluşu, genç yaşta yitirdiğimiz devrimci eğitimci Mustafa Necati zamanına, 1926, 1927 yıllarına kadar uzanır. Köy Enstitüleri’nin asıl temeli ise, Mustafa Kemal’in de önerisiyle askerliğini çavuş ve onbaşı olarak tamamlamış köylü çocuklarının köy eğitiminde kullanılmasına yönelik olarak 1936 yılında açılmış Eğitmen Kursları ile başlamıştır. Çifteler’deki Hamidiye ve Mahmudiye’de ilk adımları atılmış olan Eğitmen Kursları’nın kuruluş ve işleyiş tarihi Atatürk’ün henüz yaşadığı 1936 yılıdır. Köy Enstitüleri’nin temeli Attilâ İlhan’ın da saygıyla adını andığı Saffet Arıkan’ın Maarif Vekilliği sırasında atılmıştır. Düşün ve eylem babası İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğü görevine vekâleten atayan da Saffet Arıkan’dır. Köy Enstitüsü kurucu düşüncesi içinde de, uygulamalarında da bir 'Batı taklitçiliği' bulabilmek mümkün değildir.
'SOVYETLERE SEMPATİSİNDE DE ELEŞTİRİSİNDE DE HAKLI'
Attila İlhan’ın düşüncesinde ve romanlarında Milli Mücadele döneminde Rusya’ya karşı bir sempatisi olduğunu biliyoruz. Sonraki dönemler için SSCB ile ilgili düşünceleri ne kadar değişiyor?
Rusya ve Sovyet Rusya değerlendirmeleri gerçekçi bir bakış açısının ürünüdür. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet kuruluşunda Sovyetlerin Türkiye’ye ve Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’e çok büyük yardım ve destekleri olmuştur. Kendi adıma, onun kitaplarından Sovyetlerle ilgili birçok gerçeği öğrendim. Benim olaylara bakışıma çok büyük etkileri oldu. Ekim Devrimi’nin başından beri yer alan, Lenin sonrası dönemde iyice açığa çıkmış ve Sovyetlerde egemen olmuş 'parti diktatoryası' ve özellikle de Stalin kıyıcılığı, hem dünya solu, hem Rusya ve çevresindeki ülkeler, hem de Türkiye için çok önemli sorunların kaynağı olmuştur. Attilâ İlhan, 'Hangi Edebiyat' kitabının 97'nci sayfasında özellikle Stalin dönemini kıyasıya eleştirir. “Bu ‘bolşevik kırımı’ sırasında çoluk çocuklarıyla, bazı hallerde bütün soyu sopuyla birlikte 1917-1923 yıllarının merkez komitelerinde mutlak çoğunluğu teşkil eden bütün üyeler, 1919-1923 yılları arasında çalışmış üç parti sekreteri, 1919-1924 yılları arasında siyasi büro üyeliği etmiş olanların çoğu ve 1934 yılı merkez komitesi teşkil eden 139 üyenin 109’i şu ya da bu biçimde boğazlanmış. Niçin? ‘Sınırsız özgürlük düzenini kurmak için” Vardıkları yer neresi? Aşırı bir despotizm.” Attila İlhan, Sovyetlere yönelik sempatisinde de, eleştirilerinde de yerden göğe haklıdır.