Hz. Muhammed ve dostlarını küresel özgürlük ve adalet savaşçısı olarak resmettiği ‘Hz. Muhammed ve Dostları’ kitabı KARAR jürisince 2023’ün en iyi İslami ilimler eserleri arasında gösterilen Esat Arslan: “Çocuklarımıza imam hatip ve ilahiyat fakültelerinde öğretmeye çalıştığımız şey somut hayatın can yakıcı gerçekleri değil. Standart imam hatip-ilahiyat rotası taabbüdi bir din anlayışı salık veriyor. Yani kişi daha yolun başında İslam’ı sorgulanamaz bir teslimiyet olarak kavrıyor.
ŞULE DEMİRTAŞ
Esat Arslan’ın ‘21. Yüzyıl İnsanı İçin Hz. Muhammed ve Dostları’ kitabı, 2023 yılında Mana Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Arslan, KARAR gazetesi jürisinin yıl sonunda İslami İlimler alanında yılın en iyi eserleri arasında gösterdiği kitabında hiç alışık olmadığımız bir bakış açısıyla Hz. Muhammed ve dostlarını 21. yüzyılda yaşayan birer küresel özgürlük ve adalet savaşçısı olarak resmediyor. Bunu da kanaatimce inandırıcı bir biçimde temellendiriyor. Arslan ile dikkat çekici kitabından hareketle günümüz imam hatip ve ilahiyat fakültelerindeki eğitim sorunlarını konuştuk.
Merhaba, kitabın KARAR jürisi tarafından yılın en iyileri arasında gösterildi. Sen hiç resmi ilahiyat eğitimi almamış bir entelektüelsin. Formasyonun seküler batı bilimlerinde oluşmuş. Türkiye ise yüz yıldır Batı modernitesine yanıt verebilmek için ilahiyat fakültelerinde eğitim veriyor. Fakat şu anda deizm tartışmalarının gösterdiği gibi bu fakültelerin gençlere ulaşmasında ciddi bir tıkanma var. İlahiyat disiplini içinde değil de tamamen ilahiyat dışında formasyonu olan bir yazarın dinin en temel hususuna, yani Peygamber’in yaşamına ait bir kitabının saygın ilahiyat alimlerince takdir görmesini neye bağlıyorsun? Neden senin kitabını bir ilahiyatçı yazmadı?
Öncelikle KARAR jürisine çok teşekkür ederim. Sorunu “İlahiyat fakültelerimizin genel problemleri neler?” şeklinde bir soru olarak algıladım. Şöyle yanıt vereyim: Türkiye’de imam hatip ve ilahiyat eğitimi aldıktan sonra çok iyi bir üniversitede profesör olmuş bir akademisyenin yapabileceği çok güzel işler var. Fakat kendisini ona sunulan rotadan dışarı çıkarmıyorsa asla yapamayacağı başka işler de var.
Neleri yapamaz mesela?
Martin Luther’in İncil’i Almanca’ya tercüme ederken sarf ettiği bir söz var: “Hayatın gerçeklerini bilmeyen İncil’in ne söylediğini asla anlayamaz” diye… Çocuklarımıza imam hatip ve ilahiyat fakültelerinde öğretmeye çalıştığımız şey somut hayatın can yakıcı gerçekleri değil… Yani mesela ekonomik sömürü çarkları nasıl işletiliyor? İnsanlar siyasette nasıl köleleştiriliyor? Mutlu bir hayattan yoksun olmamızın sebepleri neler? vs. Biz bu okullarda böylesi problemlere nüfuz etmeye yönelik bir eğitim vermiyoruz. Meşgalemiz daha çok bin dört yüz yıllık İslami mirasın yaşatılması çabasına hasredilmiş. Ebu Hanife’nin meziyetleri, Mevlana’nın yaşam felsefesi, Maturidi’de akıl-vahiy barışı gibi ilahiyat-içi bir gündemle çocuklarımızın ruhunu şekillendiriyoruz. Bu büyüklerin bugüne taşınması gerekiyor. Ama İslami söylemi inşa ederken içinde yaşadığımız dünyayı hakkıyla kavramadan yapmaya çalışıyoruz bu işi… Benim kitabım ise tamamen İslam’ın temel kaynaklarını bugünün can yakıcı ıstıraplarıyla beraber alma girişiminden doğuyor.
Fakat şöyle bir gerçek de var: Modern eğitimi daha genç yaştan verdiğimiz zaman dinden soğuma süreci hızlanmıyor mu?
Ama daha doğru bir şey var. Büyük hakikatler şüphe girdabından sonra neş’et ediyor. İkbal, Said Nursi, Seyyid Kutup, Şeriati, Fazlurrahman, vs. hepsi bu şüphe girdabından geçmiş. Onun için sözleri hala yankı buluyor. Zaten ikinci söylemek istediğim husus bu: Standart imam hatip-ilahiyat rotası taabbüdi bir din anlayışı salık veriyor. Yani kişi daha yolun başında İslam’ı sorgulanamaz bir Allah’a ve Peygamber’e teslimiyet olarak kavrıyor. Ve bu teslimiyet zemininde dini mirası yeniden üretiyor. Bu sebeple İslam’ı inanmayanlara da tebliğ edilebilir bir din olarak inşa edemiyoruz.
‘KULAKTAN DOLMA BİLGİLER İSLAM’IN TECDİDİNİ BAŞTAN BALTALIYOR’
Sen bunu otobiyografik yazılarında hep söylüyorsun: “Modern bir eğitim aldım. Şüphe girdaplarından geçtim. Moderniteden ve şüpheden korkmayın. İslam son derece akli ve modern bir dindir. Şüphenin sonunda moderniteden üstün bir İslam tasavvuruna varacaksınız” diye… Gerçekten de modern akıl korkmamızı gerektirmeyen bir şey mi? Modernite İslam’a düşman değil mi?
Değil. Zaten bu husus ilahiyat fakültelerimizin onlara atfedilen işlevi yerine getirememelerinde üçüncü bir sebep teşkil ediyor. İlahiyat fakültelerimizdeki pek çok hocamızın kulaktan dolma bildiği moderniteye düşman olması, İslam’ın tecdit edilmesine yönelik çabaları daha baştan baltalıyor. Ben her şeyden önce şunu söyleyeyim: Rönesans, reform, bilim devrimi, aydınlanma ve romantizmin kahramanlarına, yani moderniteyi modernite yapan düşünürlere baktığınızda bu insanların kahir ekseriyetinin hem Allah’a hem ahirete sımsıkı inanan hem de yeryüzünü imar adına salih amel peşinde koşan insanlar olduğunu görüyorsunuz. Zaten Allah da bu düşünürler hürmetine yeryüzünün hilafetini şımarmış Müslümanlardan alıp Avrupalılara verdi 18. yüzyılda.
‘MODERNİTEYE HAKPERESTLİK DUYGUSUYLA BAKILMALI’
“Allah 18. yüzyılda yeryüzünün hilafetini şımarmış Müslümanlardan alıp Avrupalılara verdi” dediniz. Ama onlar da emperyalizm yaptılar...
Tabii ki… Hataları sevaplarına ağır basınca da Allah iki dünya savaşında Avrupa’yı helak etti. Fakat benim söylemek istediğim husus şu: Batı modernitesinin yüreğinde nice ilahi hakikatler ışıldıyordu ki biz bunlara medeniyet taassubuyla bigâne kaldık. Bir iki örnek vereyim. İslam’da işler tepeden buyuran bir kral eliyle değil, ortak kararla yürür. Bu ilkeye en yakın siyaset biçimi ise Batılı demokratik cumhuriyettir. Oysa bizim pek çok ilahiyatçımız gelenek taassubuyla Müslümanların Sasanilerden miras aldığı krallık rejimini meşrulaştıran bir siyaset felsefesini İslam namına savunmaya koyuldu. Örneğin peygamber dostlarının siyasi ilkeleriyle bir alışverişi olmadığı ve tamamen Sasani mirası üzerine bir siyaset tasarladığı halde biz Nizamülmülk’ün Siyasetnamesi’ni İslam’ın ta kendisi sandık.
Başka bir örnek… Hazret-i Muhammed’in öğrettiği adalet anlayışı eşitlikçidir. Yani köle Bilal ile aristokrat Ömer’in, erkek Ali ile kadın Ayşe’nin eşit söz hakkına sahip olduğu bir siyaset kurmak ister Hazret-i Peygamber. Modern Batı’da da adalet böyle kavranır. Oysa pek çok ilahiyatçımız medeniyet taassubuyla onlara Platon’dan ve Sasanilerden intikal eden hiyerarşik adalet anlayışını İslam diye savundu yıllarca.
Başka bir örnek sanat alanından… Bizim sanat geleneğimizde trajedi yok. Bu sebeple İslam sanatı profesörleri Batı trajedisini hor, hakir gören bir sanat felsefesi inşa etmeye çalıştı yıllarca. Oysa eğer Nietzsche’nin Trajedinin Doğuşu kitabını ciddiyetle okumuş olsalardı, Nietzsche’nin orada Tanrı’nın bir cemali, yani Apollon yüzü olduğunu, yine Tanrı’nın bir celali, yani Dionysos yüzü olduğunu; gerçek anlamda mutlu yaşamın Tanrı’nın hem cemali hem celaliyle barışık yaşam olduğunu ve trajedinin yaşam felsefesinin insanı ölümden sonra bekleyen Tanrı’yla bütünleşme deneyimi olduğunu ve bu inancın trajik yaşam felsefesine sahip insanlara muazzam bir mutluluk kattığını söylediğini de göreceklerdi.
Yusuf Suresi’nde de Hazret-i Yusuf’un hayatı iki defa celal eliyle darmadağın olur. Ve Yusuf Mısır kralı olduktan ve ailesiyle barıştıktan sonra Allah’tan sevinçle ölümü, yani üçüncü defa celali ve darmadağın olmayı ister.
Şunu demek istiyorum: eğer ilahiyatçılarımız moderniteye medeniyet taassubuyla değil de hakperestlik duygusuyla baksalardı, yani Hazret-i Peygamber’in “Hikmet müminin yitik malıdır. Nerede bulursa bulsun almalıdır” sözünü hayata geçirselerdi, çoktan moderniteye yön verebilecek bir İslami kavrayışa kavuşurduk galiba.
İlahiyat fakültelerinin bu tecdidi ve yenilemeyi yapamamasının arkasında başka nedenler de yok mu? Yani mesela uzmanlaşma zorunluluğu da bu çabalara daha baştan ket vurmuyor mu? Sonuçta tefsir profesörü olacaksınız okumanız gereken yığınla tefsir klasiği var. Aynı şey hadis, fıkıh, siyer, kelam ve tasavvufta da böyle. Sen biraz da ilahiyatçılarımızdan imkânsız bir iş istemiş olmuyor musun?
Bu gerçeği reddedemem. Ama daha yolun başında bir hata yapıyoruz: Biz profesörlerimizden örneğin Zemahşeri gibi klasikleşecek eserler vermelerini istemiyoruz. Biz onlardan geleneksel tefsir literatürünü hatmetmiş ve bu bilgiyi gelecek kuşaklara aktaran bir aracı olmalarını istiyoruz. Eğer onlardan Zemahşeri gibi dünyayı sarsacak bir yirmi birinci asır tefsiri yazmalarını isteseydik, onlara her alanda daha az sayıda ama kaliteli kitap okutur ve onların yaratıcı dehalarına güvenirdik. Ne yazık ki böyle olmuyor. İlahiyat fakültesinde duayen olmuş bir alimin emekliliğinden önce yazdığı ‘magnum opus’u örneğin Çağdaş Tefsir Metodolojisi adlı bir kitap oluyor. Oysa bu kitabı doktora tezinde yazmalı, profesörlüğünde ise Zemahşeri’nin çağdaş versiyonunu kaleme dökmüş olmalıydı. Fakat bu uzmanlaşmanın çok hayırlı sonuçları da var. Söyleşinin sonunda ilahiyat fakültelerimizin pozitif mirası hakkında birkaç cümle söylemek isterim.
Evet, çünkü çok daraldık.
İlahiyat fakülteleri düşünce sentezi yapmak isteyecek İslam entelektüellerine çok sağlam düşünce atomları sunuyor. Yeni tefsir usulü nasıl olmalı, İslam tarihinde akıl-vahiy barışı nasıl kurulmuş, Maturidi’nin temel fikirleri nelermiş, vs. İslam medeniyet mirasına dair öğrendiğimiz pek çok şeyi ilahiyatçılarımızın cehdine borçluyuz.
İkinci olarak… İlahiyat fakültelerimiz bir senteze ulaşmış yeni fikirleri bir araştırma projesi olarak ele alıp bu düşünce sentezini tam tekmil bir hale getirmeyi becerebiliyor. Örneğin Fazlurrahman’ın topu topu sekiz kitabı vardı. İlahiyat fakültelerimiz bu sekiz kitaptan beş yüze yakın eser çıkardı. Üçüncü olarak… İlahiyat fakültelerimiz çeviri faaliyeti yoluyla gerek İslam’ın temel kaynaklarıyla gerekse de halihazırda İslam medeniyetinde üretilen düşüncelerle hemhal olmamızı sağlıyorlar. Bunlar hor görülemeyecek büyük kazançlar… Fakat ilahiyat fakültelerimizin 21. yüzyılın düşünce önderlerini yetiştirmesini istiyorsa din ilimleri eğitiminde gerçekleştirmemiz gereken bazı ciddi reformlar var.
Teşekkür ederim
Ben teşekkür ederim.