Kendi soyundan olmayana kim güvenir
Bugün İstanbul’un herhangi bir semtini dolaşın. Yenilerini de değil… Fatih’i, Bakırköy’ü, Sarıyer’i, Beşiktaş’ı, Kadıköy’ü, Üsküdar’ı… Neredeyse her sokak başında Anadolu şehirlerinin “yardımlaşma ve dayanışma” dernekleriyle karşılaşırsınız.
Buna karşılık, diyelim ki o semtin tarihi dokusunu veya çevre değerlerini koruma hedefiyle ilgili bir sivil toplum kuruluşu görmek kolay kolay mümkün olmaz. Bugün yaşadığımız problemin özetini veren tablo budur.
Yaşadığı şehri bile kendi “memleketi” olarak benimseyemeyen insanların teşkil ettiği bir toplumdan söz ediyoruz. İstanbul’da yaşayan İstanbullu değil, İzmir’de yaşayan İzmirli değil. Ama elbette kendini yaşadığı yere değil doğduğu -veya ailesinin geldiği- toprağa ait hissetmesi kimsenin kişisel kusuru değil. İstanbul için konuşursak, 100 sene önce yarım milyon, 70 sene önce ise bir milyon (bugünkü Esenyurt ilçesinin nüfusu kadar) kişiyi barındıran bu şehrin şimdi 15 milyon nüfusu var. Bu 15 milyon “hemşehrilerimizle” ortak kültürel ilgilerimiz ister istemez sınırlı olduğu için biz de “kendi memleketimiz”in hemşehri derneklerinde sosyalleşiyoruz!
Kendileriyle benzer kültürel özelliklere sahip kişilerle irtibat -ve belki dayanışma- halinde olmak isteyenleri bir araya getiren bu hemşehri dernekleri Türkiye’deki “sivil toplum kuruluşları”nın en büyük kısmını oluşturuyor. Onu cami yaptırma ve yaşatma dernekleri izliyor. Ancak faaliyet ağırlığı olarak bakılacak olursa ikinci sırada hayır kuruluşlarını zikretmek lazım. Ancak bu hayır kuruluşları da çoğunlukla toplumun belirli bir kesimindeki yardımsever insanların aynı toplum kesimindeki yardıma muhtaç insanlara destek vermesi şeklinde faaliyet gösteriyorlar.
***
(Üstelik Türkiye’deki toplam “hayır bütçesi” -bazı işlemlerde kamu vakıflarına zorunlu ödenen bağışlar dahil- en fazla 7 milyar dolar. Bu rakamlar Avrupa’daki ve Amerika’daki yardım kuruluşlarından bazılarının bir yıllık bütçelerine eşit durumda. Dünyada bağış endeksinde (World Giving Index) para bağışlarına ve gönüllü çalışma saatlerine göre 144 ülke içinde 131. sırada, yalnızca para bağışına göre ise 122. sıradayız.)
***
Sivil toplum kuruluşları aslına bakılırsa “sosyal sermaye”nin en önemli kaynağı. İskender Öksüz’ün KARAR’daki eski yazılarını okuyanlar bileceklerdir bu yeni kavramın anlamını. Kısaca söylersek, bir toplumdaki fertlerin birbirleriyle ortaklaşa iş yapmalarını kolaylaştıran sosyal değerlerin ekonomik değer doğurması. “Sosyal iletişim ağları” sağlıyor bunu.
Sosyal sermayesi yüksek olan toplumların ekonomik gelişmişlik derecesi ve refah seviyesi de yüksek oluyor. Aynı zamanda “siyasi istikrar” da diğer toplumlara göre daha fazla görülüyor bu ülkelerde.
Sosyal sermayenin tabiri caizse en önemli “ölçüm aracı” güven endeksi. İnsanların birbirine daha fazla güven duyduğu toplumlarda sosyal sermaye de yüksek oluyor. Dolayısıyla ekonomik refah ve siyasi istikrar sağlanabiliyor.
Bu nasıl oluyor peki? Güven duygusu nasıl zenginlik getiriyor? Sözgelimi ticarette birlikte iş yaptığımız -veya siyasette işbirliği yaptığımız- insanlara güvenirsek rahat hareket edebiliyoruz. Daha doğrusu, kendi soyumuzdan, kendi mahallemizden, mezhebimizden vs. olmayan insanlarla iş birliği yapmaktan kaçınmıyoruz.
Peki güveni ne sağlıyor? Sözgelimi ticaret yaptığımız kişiler bizi dolandırmaya kalkıştıklarında devletin ve yasaların bizim hakkımızı koruyacağını bilirsek insanlara daha kolay güveniyoruz. Yani toplumsal ve siyasal düzenin doğru ve adil şekilde işleyişine güvenirsek insanlara da güveniyoruz. Devlete güven olursa insana güven de oluyor.
Sosyal bilimciler arasında bu “güven ortamı”nı sivil toplumun mevcudiyetine bağlayanlar çoğunlukta. Derneklerde, sendikalarda vs. gönüllü olarak yer alan kişilerde başka insanlara güvenme oranı daha yüksek çıkıyor. Hem dünyada hem de Türkiye’de. Ne var ki Türkiye’de sivil toplumun ağırlığını sivil toplum kuruluşlarının ağırlığından çıkarmak mümkün.
Geçenlerde “toplumsal kompartımanlaşma” problemimize değinirken çözüm anahtarının şehirli kimliğinde olduğunu, küçük grup aidiyetlerinden büyük grup aidiyetine geçişin ve demokrasinin işlerlik kazanmasının şehirleşme sürecinin tamamlanmasına bağlı olduğunu söylemiştim… Doğal olarak sosyal sermayemizi büyütmenin yolu da aynı yerden geçiyor. Fırsat olursa bu konuyu tartışmaya devam edelim.