İnsanlık ailesinin musibetle imtihanı
İnsaf, i’zan ve vicdandan yana zerre kadar nasibi olan her insan dahi bilir ve kabul eder ki başkasının çektiği acının üstüne mutluluk binası kurulmaz; keza başkasının maruz kaldığı bela ve musibet üzerinden hayıf alınmaz.
Sıkıntı, dert, bela ve musibetten alınsa alınsa, ders alınır. Malum, bugün bütün dünya ve insanlık ailesi coronavirüs denilen büyük bir musibetle karşı karşıyadır. Dilerim ve ümit ederim ki bu virüs belası tüm insanlık için, “Bir musibet bin nasihatten evladır” fehvasınca ahlaki ve insani ders almaya vesile olur. İnsanlığın temel ahlak normları açısından ikmale kaldığı ilk ders, “şımarıklık”tır.
Başta ABD ve Avrupa olmak üzere “çok gelişmiş” diye anılan tuzu kuru devletler ve milletler, özellikle son yüzyıl boyunca şımarıklığın en iyi temsilini yapmaktadır. Bunu söylerken, bizim muhafazakâr camianın entelektüelleri gibi “fırsat bu fırsat” diyerek bilindik ezberlerle ucuz bir Batı eleştirisi yapmak peşinde olmadığımı özellikle belirtmemde fayda vardır.
ABD ve Batı dünyasındaki şımarıklık meselesine gelince, bu ülkeler sahip oldukları maddi zenginlik ve güç sebebiyle uzun zamandan beri dünya üzerinde istedikleri gibi at oynatmayı, hak-hukuk tanımamayı, özellikle Orta Doğu ve Üçüncü Dünya ülkeleri diye anılan ülkelere -mafyatik tabirle- çökmeyi marifet bildiler. Yetmedi, müthiş bir hırs ve tamahla dünya üzerindeki tüm doğal kaynakları talana yeltendiler. Yetmedi, tabiatın özgün dokusunu tahrip konusunda hiçbir kaygı taşımaksızın tüm dünyanın ve doğanın canına okumayı marifet bildiler. Bu arada Çin korkunç bir açgözlülükle “Öyle olmaz, böyle olur” dercesine adımlar atarak belki bütün Batı dünyasının ürettiği kirliliğin daha fazlasını üretmeyi kendine vazife bildi. Sonuçta bütün bu olup bitenler kelimenin tam manasıyla şımarıklık ve azgınlıktan başka bir şey değildi. Ancak gün geldi, “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var” sözünü hatırlatırcasına, bildiğimiz “hücre”den bile daha basit bir yapıya sahip olan ve hatta canlılık ile cansızlık arasında bir noktada bulunduğu savlanan bir varlık/virüs tüm dünyayı bir çırpıda hizaya getirdi.
Coronavirüs musibetinden sonra dünyanın başka bir dünyaya evrileceğinden hiç şüphem yok; fakat özellikle insanlık ailesinin şımarık ve azgın kesiminin bu musibet vesilesiyle gerçekten terbiye olup olmayacağından pek emin değilim. Çünkü nankörlük ve şımarıklığı meslek edinmiş insan tipi öyle bir tiptir ki başı dara düştüğünde aman diler, ama başı dardan kurtulup sağlık ve selamete kavuştuğunda nankörlük mesleğini tekrar icra eder. Burada tasvir etmeye çalıştığım nankör insan tipolojisi, Yûnus 10/22-23. ayetlerde şu şekilde ifadesini bulur: “Sizi karada gezdiren, denizde yüzdüren O’dur. Düşünün ki sizler yelkenli bir gemidesiniz.
Gemi tatlı tatlı esen bir rüzgârla yol alır; yolcular da hallerinden gayet memnun ve mutludur. Derken, birdenbire bir fırtına çıkar ve dört bir yandan dev gibi dalgalar gelir. Bu sırada yolcular sulara gark olup boğulacaklarını anlar ve inançlarını şirkten arındırıp bütün kalpleriyle yalnız Allah’a yönelerek, “Rabbimiz! Sen bizi bu felaketten kurtarırsan, ahdimiz olsun ki [iman ve taat üzere] sana şükreden kullar olacağız” diye yalvarıp yakarırlar. Ama Allah onları selamete erdirince, bir de bakmışsın ki tekrar [şirk inancına dönüp] yaşadıkları diyarda hak-hukuk tanımaksızın azgınlık/taşkınlık yapmaya başlamışlar. Ey [nankör] insanlar! Azgınlık, taşkınlık ve isyankârlıkla salt kendinize zarar vermiş olursunuz. Evet, bu fani hayatın az çok zevkini sürersiniz; fakat sonunda hesap vermek üzere bizim huzurumuza geleceksiniz. İşte o zaman biz size bütün bu yaptıklarınızı tek tek bildirecek ve hak ettiğiniz karşılığı vereceğiz!”
İnsan aslında son derece aciz, hatta acınası bir varlıktır; fakat her nedense az çok maddi imkân ve güç sahibi olan insanların pek çoğu anlamsız bir gurur, kibir ve istiğna hali içinde kendilerini “vâcibü’l-vücûd” ve “lâyezâl” varlık gibi algılar. Kendine yönelik algı böyle olunca bu tür şımarık, azgın ve haddini bilmez insanlar ne nushtan ne tekdirden anlar; bunlar anlasa anlasa coronavirüs gibi bir kötekten anlar. Bu vesileyle şunu hatırlatmakta fayda vardır: Bu âlemin yaratılış ve işleyiş yasalarında sürgit zulüm, azgınlık ve şımarıklığa ruhsat yoktur. Azgınlık ve şımarıklığın hesabı er ya da geç bir şekilde sorulur. Mesela, günün birinde bir virüs çıkagelir, adeta Molla Kasım gibi tüm dünyayı siygaya çekebilir. Ne yazık ki bu vesileyle dedenin yediği erik torunun dişini kamaştırabilir. Dahası, Enfâl 8/25. ayette de işaret edildiği üzere kurunun yanında yaş da yanabilir. Bu sebeple, insan her şeyden önce kendine gelmeli ve haddini bilmelidir. Yani insan bu dünyayı ve tabiatı çok kıymetli bir emanet gibi görüp vicdani ve ahlaki duyarlılıkla bu emanete hıyanet etmemelidir. Zira Şeyhî’nin dediği gibi, “ömr-i bekâ diler isen ihsân yolun gözet; çün kalır âdemîlik ü âdem gelir gider…”
İmdi, vakit bin nasihatten daha evla olan bir musibetten azami ölçüde ahlaki ders alma vaktidir. Vakit ne kadar büyük maddi güç ve imkân sahibi olursak olalım hiçbir zaman şımarmamak, ne oldum delisi olmamak lazım geldiğini adamakıllı idrak etme vaktidir. Vakit hem Allah’a hem insanlığa hem de tüm kâinata karşı sorumluluklarımızın bilincine varma ve haddimizi bilip edebimizi takınma vaktidir. Vakit tüm dünyanın üstesinden gelmek için adeta çırpındığı bu virüs belasını en az hasarla atlatmak için azami ölçüde tedbirli olma ve aynı zamanda hurafecilik, üfürükçülük gibi kadim meraklarımızdan sıyrılıp akıl ve bilimin icaplarına uyma vaktidir.